Marc Nichanian

Zabel Yesayan ve Yurttaşlık İlkesi

Zabel Yesayan 1878’in 4 Şubat günü Üsküdar’da doğmuştu. Hayatı her türden baskıya karşı direnmekle geçen Yesayan, yaşadığı dönemin bin bir badiresi içinde 1909 Adana Felaketi’ni de gözleriyle görmüştü. Onun doğum gününü, 1911 tarihli Yıkıntılar Arasında kitabının 2014’te yapılan ilk Türkçe baskısı için eleştirmen Marc Nichanian’ın kaleme aldığı sunuş yazısıyla anıyoruz. Yüz küsur yıl sonra, bu topraklarda hâlâ ortak bir yurttaşlık ideali yaratamamanın acısı ve bunun için tıpkı Yesayan gibi mücadele etme iradesiyle.

Zabel Yesayan ve Yurttaşlık İlkesi

I

1909 yılının Nisan ayında Giligya’da Ermenilere yönelik dizginsiz saldırı ve katliamlar, 1895 yılında Ermeni platosunu boydan boyan kapsayan ve Ermenileri yok etmeye yönelik şiddet eylemlerine kıyasla Ermeni dünyasında çok daha geniş bir yankı bulmuştur. Bu hakikatin nedenlerini tahmin etmek pek de zor değil. 1895’i takip eden yıllar, 1908’e kadar, Abdülhamid istibdadının en kötü yıllarıydı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni unsuruna, milli sayılabilecek sorunlarla uzaktan yakından ilgisi olabilecek her türlü ifade yasaklanmıştı. Kuşkusuz katliamlar hakkında herhangi bir yorum da buna dahildi. Aynı yıllarda İstanbul’un tanınmış tüm Ermeni aydınlarının ülke dışında, çoğu zaman büyük bir sefalet içinde sürgün hayatı yaşadıklarını da unutmamak gerekir. 1895 olayları hakkında Ermeni basını herhangi bir şey yazacaksa, bu yalnızca İmparatorluk sınırları dışında, Avrupa, Mısır veya Kafkasya’da yayımlanan gazetelerde mümkün olabilirdi; ancak bunların da ülkeye girişi söz konusu değildi. İmparatorluğun başkentinden taşraya herhangi bir heyet gönderilmemiş, yatıştırıcı herhangi bir müdahalede bulunulmamıştı, dışardan bir bakış dahi mümkün değildi. Sansür her şeyi kontrol altına almıştı. Amerikalı misyonerlerin Ermeni platosunda sergilenen vahşete dair tanıklıkları vardı elbette; ancak bunlar ülke dışındaki yabancıların erişimine yönelikti. Öyle ki elimizde Ermenice yazılı tanıklık olarak kabul edebileceğimiz hemen hemen hiçbir şey yok. Bu olaylarla ilgili yazıya dökülen ne varsa sadece kulaktan kulağa yayılan bilgilerdir. Doğu dünyasında Aharonyan, Batı dünyasında ise, Suren Bartevyan, Siamanto vahşeti tasvir eden yazılar yazmışlardı; ancak tekrar ediyorum, bu sayfaların hiçbiri tanıklık özelliği taşımıyordu. Taniel Varujan’ın Çartı [Katliam] başıklı destansı şiiri 1895 olaylarına ilişkin son önemli göndermedir. 1906 yılında yazılmış olmasına rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentinde okunup yayımlanabilmesi, ancak 1908 yılının Temmuz ayında anayasanın ilanını sağlayan devrimle mümkün olmuştu.1

Zabel Yesayan, Patrikhane’nin yardım heyetinin diğer üyeleriyle birlikte Adana’da, ortada.

Ancak devrimle birlikte her şey değişti. Artık yüzeysel bir özgürlük hüküm sürmeye başlamış, sansür kaldırılmıştı. Öyle ki 1909 katliamıyla ilgili yazılı tanıklıklar da çok sayıda olup çeşitlilik arz eder. Burada yabancı görgü tanıklarının kitap haline getirilmiş örneklerini saymıyorum.2 Ermenice yazılan kitaplar, Suren Bartevyan’ın Giligyan Arhavirkı [Giligya Dehşeti] 1909’da, Arşaguhi Teotig’in Amis mı i Giligia [Giligya’da Bir Ay] 1910’da ve daha sonra da Hagop Terziyan’ın geniş hacimli kitabı Giligio Ağedı [Giligya Felaketi] 1912’de art arda yayımlandılar. Gerçi Bartevyan ve Arşaguhi Teotig katliam günlerinde olay yerinde değillerdir; onlarınki, olaydan sonra yükselen feryatlardır. Hagop Terziyan’ın kitabı doğrudan doğruya görgü tanıklığına dayanmakta, divanıharp kararları ve Osmanlı Meclisi’nin zabıt tutanakları da dahil, olaylarla ilgili tüm önemli belgeleri içermektedir. Zabel Yesayan’ın Averagneru Meç [Yıkıntılar Arasında] adlı kitabı o yıllarda yayımlanan eserler arasında en ünlüsüdür. Yazarımız, Patrikhane taraşından Giligya’ya yollanan İkinci Heyet’in bir üyesi olarak Adana’da bulunuyordu; görevi, yetimleri toplamak ve Ermeni toplumunun gözetiminde hizmet görecek bir yetimhane kurmaktı. Giligya’da kaldığı süre 1909 yılının Temmuz ile Eylül ayları arasında toplam üç aydır. Eylül sonunda bitkin, ümitsiz ve görevini tamamlayamamış bir şekilde İstanbul’a dönmüştür. Ayrıntıları daha sonra okuyacağız. Aslında Yesayan, olaylardan birkaç ay sonra oraya gitmiştir. Döndüğünde yazmış olduğu ilk tepkisel makaleleri günlük Azadamard gazetesinde3 yayımlanmıştır; bunlar planlanan kitabın hazırlık safhasını oluşturur. Görünüşe göre kitap 1910 yılında yazılmış, ancak 1911 yılı Mayıs ayında basılmıştır. Bu durumda önsözün kitabın yazılışından daha sonra, 1911 baharında kaleme alındığını varsaymak gerekiyor. Bu saptama önemlidir. Tabii ki önsözdeki tuhaflıkları anlamak için o aylarda Türkiye’nin genel siyasi durumunu hatırlamak zorundayız. Kitap yayımlandıktan sonra Zabel Yesayan yetimlerin kaderiyle ilgili bir makale daha yazacaktı; burada Ermenilerin ilgisizliğine yanacak, Ermeni yetkili makamların beceriksizliğinden öfkeyle yakınacak ve bir şekilde göçmen Ermenilere de bir çağrı yönelterek onların yardımını isteyecekti. Bu konuya daha sonra değineceğim. Yıkıntılar Arasında kitabında ise ne o ilgisizliğe yanışı ne de özellikle o beceriksizlikten yakınışı görürüz. Burada gizemli bir hakikat yatmakta ve biz onu gizleyen perdeyi aralamaya çalışacağız.

II

1909 Giligya olayları, İstanbul’da gerçekleşen anayasa karşıtı 31 Mart çalkantıları ile aynı günlere rastlar. 31 Mart olayları, eski rejimi geri getirmek isteyen Sultan Abdülhamid tarafından Jön Türklere karşı ümitsizce son bir çırpınış olarak yorumlanmaktadır.4 Olaydan bir gün sonra (rumi takvime göre 1 Nisan, miladi takvimle 14 Nisan günü) Adana ve çevresinde katliamların birinci evresi başar. Anayasa karşıtı çalkantılar hızla bastırılır, Jön Türkler karşıtlarını temizlemek için bu fırsattan yararlanırlar; sayısız darağacı kurulur ve Sultan tahttan indirilir. Bu arada saldırgan güruh Adana’da Ermeni mahallelerinde iki gün boyunca meydanı boş bulmuş, eline geçirdiğini katletmiştir. Saldırgan güruh ilkin savunmasız mahallelere hücum eder. Bu tür durumlarda alışılageldiği gibi, polis şefleri de saldırganlara silah dağıtarak destek verir. Üçüncü gün askerler müdahale ederler, çarpışan Ermeniler teslim olur ve silah bırakırlar. Bu ilk saldırılar tabii ki kendiliğinden oluşmuş değildir. Haftalar boyunca şehrin İttihatçı gazetesi İtidal Ermenilere karşı nefreti körüklemiş, onların “küstahlığına” karşı ahaliyi başkaldırmaya çağırmıştır.

Katliamların bu ilk evresi sona erdiğinde İtidal Ermeni karşıtı propagandasına son vermez; sorumlu müdürü İhsan Fikri, yine ateş püsküren makalelerini sürdürür ve ilk saldırıyı başlatanların, bağımsızlık rüyalarının izini süren Ermeniler olduğunu iddia eder. Aynı günlerde İstanbul’da, bölgede nihai huzur sağlamak amacıyla 850 kişilik bir askeri birliği Giligya’ya yollama kararı alınır. Birliğin başında Jön Türklerin sadık subayları bulunmaktadır. Birlik, miladi takvimle 25 Nisan’da şehre henüz yerleşmişken Adana’da yeniden silahlar patlamaya başar; barışın ve özgürlüğün habercisi askerler ise engel olacakları yerde Ermenileri yok etmeye yönelik bu saldırılara katılırlar. Bu kez Ermenilerin kendilerini savunmak için silahları yoktur. Şehrin Ermeni mahalleleri ateşler altındadır. Katliam, 27 Nisan’a kadar, üç gün sürer. Tüm tanıkların gözleri önünde gerçekleşen o en korkunç vahşet bu üç gün içerisinde gerçekleşmiştir.

Adana dışında kalan tüm Ermeni köy ve kasabalarında yapılan saldırılar 1/14 Nisan5 günü gerçekleşmiştir. Ermeni halkı ancak belli yerlerde savunmaya geçerek kayıplarını sınırlayabilmiştir (özellikle Sis [Kozan], Hacın [Saimbeyli], Dörtyol ve özsavunmadaki enerjileriyle Zabel Yesayan’ın hayranlığını kazanan Karspazar [Kadirli]6). Geri kalan yerlerde ise (Tarsus, Mersin, Erzin, Hamidiye…) sınır tanımaz bir kıyım uygulanmıştır. Ölenlerin sayısı yeni valiye göre 25 bine yaklaşmıştır; bu sayı Patrikhane’nin verdiği sayıyla aşağı yukarı örtüşmektedir (her iki sayımda sadece yerli halkın kayıpları belirtilmiştir; dışardan gelen mevsimlik işçilerin sayısı mevcut değildir). Patrikhane’nin öncülüğünde uluslararası bir heyet oluşturulur, bunlar olay yerine tıbbi yardım, yiyecek ve felaketzedelere dağıtılmak üzere cüzi miktarda para yardımı gönderirler. 1909 sonbaharında Ermeni toplumunun çabaları sonucu önce Adana’da, daha sonra Maraş, Hacın, Antep, Hasanbeyli ve Dörtyol’da Ermeni yetimhaneleri kurulur. Ancak çocukların bir kısmı Amerikan, İngiliz ve Almanların himmetine, bir kısmı da devlet yetimhanelerine teslim edilmiştir.

Devlet son derece ağır hareket etmiştir. Önce Adana’da ilk divanıharbin kurulmasına izin vermiştir; ancak katliam sorumlularından bazıları da bu mahkeme heyetinde yer almaktaydı. Özsavunmada yer alıp sağ kalan Ermeni liderler bu divanıharbin kararları doğrultusunda tutuklanır ve bunlardan altı kişi idama mahkûm edilerek haziran ayı ortalarında darağacına çıkartılırlar. Hayatta kalan Ermenilere ve de birkaç gün sonra Adana’ya ulaşan Zabel Yesayan’a bu denli dehşet saçan darağaçları bunlardı. O sırada diplomatik çevrelerin ısrarı üzerine Sadrazam Hüseyin Hilmi Adana’ya yollamak üzere yeni bir mahkeme heyeti oluşturma kararı alır. Karar tarihi 24 Mayıs’tır. Yeni divanıharbin beş üyesi Zabel Yesayan ile birlikte Mersin ve Adana’ya doğru hareket etmişler ve 1 Temmuz günü oraya ulaşmışlardır. Yesayan bu olayı kitabın ilk bölümünde belirtir, ancak isim vermez ve herhangi bir açıklamada bulunmaz. Amacı kesinlikle siyasi karışıklıkları vurgulamak değil, izlenimlerini yansıtmaktır. Fakat yeni bir mahkemenin kuruluşu ve gönderilmesi bile durumun değişmesi için yeterli değildir. Ancak temmuz ortalarında sadrazam kararıyla yeniden katliamın asıl sorumlularının (Jön Türk cemiyetinin başkanı İhsan Fikri, vali Cevat Bey, kumandan Mustafa Remzi, polis şefi Kadri Bey vd.) tutuklanması emri verilir. Emir 29 Temmuz’da Ahmet Cemal’in vali olarak atanmasından ve ikinci divanıharp başkanının görevinden azledilmesinden sonra uygulanır.

Ağustos ayında katliamın sorumluları yargılanmıştır (ancak hafif cezalarla yetinilmiştir). Ağustos ayının 11 ve 12’sinde Sadrazam Hilmi Paşa ve Adliye Nazırı Nail Bey art arda, olayların gelişmesinde Ermenilerin suçlu olmadıklarını resmen ilan ederler. Ancak son Ermeni idam mahkûmlarının da serbest kalmaları için aralık ayını beklemek gerekecekti.

Bir an geri dönüp 24 Mayıs’ta yani olaylardan tam bir ay sonra Sadrazam Hüseyin Hilmi’nin Osmanlı Meclisi’nde Giligya’ya bir araştırma heyetinin gönderileceğini resmen ilan ettiğini hatırlayalım. Hükümet bu heyetin raporuna göre sorumluları cezalandıracaktı. Heyet dört kişiden oluşmuştu, ikisi mebus, diğer ikisi de Adliye Nezareti’ne bağlı devlet görevlileriydi. Heyetin çalışmaları bir ay sürmüştür. İki memur (Mosdiçyan ve Faik Bey) birlikte bir rapor hazırlamış, bunu 10 Temmuz’da teslim etmişlerdi; raporun kamuya sunulması ise üç hafta sonra gerçekleşmişti. Oysa Meclis temsilcileri (her ikisi de İttihatçı olan Hagop Babigyan ve Yusuf Kemal) anlaşamamış, ayrı raporlar hazırlamışlardı. 1 Ağustos’ta raporunu kamuya açıklamadan bir gün önce Babigyan vakitsizce hayatını kaybeder. Tabii ki ölümünün “normal” olmadığına dair bir kanıt yok. Ancak hükümet ve Osmanlı meclisi bunu fırsat bilmiş, rapor hasıraltı edilmiştir (Rapor üç sene sonra ortaya çıkmıştır). Dahası, ilaveten yapılacak her açıklamanın Ermenilere zarar vereceğini anlayan Ermeni mebuslar ve Ermeni Milli Meclisi’nin siyasi komisyonu, belli ki hükümetle ve İttihat’ın üst düzey yöneticileriyle anlaşmayı seçmişlerdir. Nitekim Babigyan o günlerde, Türkiye’de enikonu kabul görmüş ancak yazılı olmayan bir kuralı çiğnemiş, Avrupa basınına verdiği röportajlarda, katliam işaretinin, emri veya izninin doğrudan merkezden verildiğini, Giligya’da İttihat şeflerinin katliamın örgütleyicileri arasında olduklarını ve huzuru sağlayacak olan askerlerin de ikinci katliama7 bizzat katıldıklarını açıkça beyan etmiştir.

Burada tek paragrafta anlattığım her şey Zabel Yesayan’ın Giligya’da bulunduğu aylarda gerçekleşmiştir. Yıkıntılar Arasında okuyucularının kolayca fark edeceği üzere, tüm bunlar hakkında herhangi bir ima, bir adalet çağrısı yazarın tanıklığında mevcut değil. Sorumlulara yönelik bir protestosu olmadığı gibi ne bir isim zikretmiş ne de bir ithamda bulunmuştur. Yerel yöneticilerle yapılan sonu gelmez görüşmeler hakkında da herhangi bir betimleme yapmamıştır. İttihat Merkez Komitesi’nin, olayların arkasındaki güç olmasa bile en azından olup bitenlerden haberdar olduğunu, kıyımı başlatmak için oradaki üyelerini yönlendirdiğini Yesayan da biliyor olmalıydı. Ancak 1911’de yazdığı önsözde bunları söylemiyordu. Bu konuyu daha sonraya bırakıyorum.

III

Yesayan’ın 18 Haziran/1 Temmuz’da Mersin’e varışıyla birlikte edindiği izlenimleri kocasına yolladığı mektuplardan dolaysız olarak biliyoruz. İlk mektupta, hemen hemen ilk satırlardan itibaren bir konu öne çıkar; yazar daha sonra bu konuyu kitabında, sayfalar boyunca işleyecektir:

Kendimi her ne kadar o korkunç felakete hazırlamış olsam da, haberlerin abartılı olduğunu düşünmüş olsam da, gördüklerim o denli korkutucu ki, her türlü hayal gücünün üzerinde… Ölüm, yıkıntı, açlık, hastalık ve zindan…

Eğer her türlü hayal gücünün üzerinde idiyse, demek ki Yesayan yine de olup biteni “hayal etmeyi” deniyor, yani aynayı yarıp kurbanın tarafına geçmek, onunla özdeşleşmek istiyordu. İşte bunu (Felaketin göğsüne saplanma fikri) bu kitabın ilk bölümlerinde uzun uzun okumak mümkündür. İlk mektupta Yesayan birlikte yolculuk ettiği subaylar hakkında da yazıyor8:

Üç gün boyunca divanıharp üyeleri bizimle birlikte yolculuk yaptılar. Yolda her biriyle ayrı ayrı görüşmelerim oldu ve tüm bunlar hakkında konuştuk. Hepsi de iyi, sağduyulu ve düzgün subaylar izlenimi verdiler ve içimde, her birinin kendi insani duygularına sadık kaldıkları zaman adil davranacaklarına dair bir inanç oluştu; oysa kim bilir nasıl bir hükümet baskısı altındadırlar?

Yüz sene sonra bugün, ne tür bir “baskı” altında olduklarını az çok biliyoruz. Bu ikinci divanıharp, felaketin asıl düzenleyicilerini serbest bıraktı. Temmuzda merkezden bunları tutuklama emri geldiğinde divanıharp önce emre uymak istemedi ve ancak heyetin başkanı görevden azledildikten sonra olayları düzenleyenler tutuklandılar. İlk mektupta idam sehpalarının saldığı derin korku da mevcuttur:

Asılan ve hapse atılan Ermenilerin hepsi de masum, Türklerden bir kısmı da öyle…

Ve tabii ki Yesayan, mektubun sonuna düştüğü bir notla kocasını uyardığına göre, yazacağı kitabı daha baştan kestirmiştir:

Bu mektuplarımı sakla! Günü gününe izlenimlerimi aktarıyorum, lazım olabilir… (s. 95)

Yayıma hazırlayanların özensiz çalışması mektupları son derece zor okunur kılmıştır. Yesayan’ın Sis, Erzin, Dörtyol9 yolculuğu ağustosta gerçekleşmiş olmalı. Yıkıntılar Arasında kitabının ikinci yarısının neredeyse tamamını kapsayan bu yolculuktan bahsettiği mektubunda, Yesayan, İstanbul’a erken döneceğini bildirir (s. 105). Başka bir mektupta da fikrini değiştirdiğini ve dönüşü ertelediğini söyler (s. 99). Burada erteleme sebeplerini açıklar: Mahpusların özgürlüğü için yapılan çalışmalar, yetimhanelere son şeklin verilmesi gerekliliği, resmi makamlarla görüşmeler. Yaptığı çalışmalar nedeniyle Yesayan’ın hükümet tarafından şüpheli görüldüğü savı sanırım tamamen asılsızdır. “Yerel yöneticilerle ilişkilerim çok iyi” diye bizzat kendisi yazmıştır (s. 100). Sanırım yeni vali Ahmet Cemal ile görüşmeleri memnuniyet verici sonuçlara ulaşıyordu. Fakat başka bir mektupta (37 numaralı mektup, tarihsiz) şöyle diyor:

Yetimhanenin resmi dili konusunda vali ile göğüs göğüse çarpıştık. (s.107)

Son tahlilde, Yesayan’ın Giligya’dan niye bu kadar çabuk ayrılıp İstanbul’a döndüğünü tam olarak bilemiyoruz. Gerçek şu ki, üç ay boyunca sadece Türk yöneticilere değil, Ermeni Milli Meclisi’ne ve Patrikhane’ye karşı da sürekli mücadele etmiştir. Mektuplarından anlaşıldığı üzere, Türk yöneticilerle sorunu, devlet yetimhanesinde uygulanan eğitim programıyla ilgilidir; Ermeni Milli Meclisi ile sorunu, beklenen ve bir türlü ulaşmayan yardımlarla ilgilidir; Patrikhane’yle sorunu ise, tamamen statü ile ilgili sevimsiz konulardır (Hangi kararı kim alacak? Kimin önceliği var? Kim neyi temsil ediyor?). Yesayan bunları neredeyse geçiştirerek anlatır. 1911’de yazdığı kitapta da bu konulara hiç değinilmez. Bu durumda Yıkıntılar Arasında okurlarının, tanıklık açısından bakıldığında, Yesayan’ın kendi deneyiminin önemli bir kısmını ayıklayıp dışarda bıraktığını bilmeleri gerekir. Kısacası resmi görevini ayıklar. Daha açık bir ifadeyle, hiddetini, kırgınlığını, Ermeni yönetim organlarından kaynaklanan derin hayal kırıklığını aktarmaz. Kitabın yayımlanmasından birkaç ay sonra 1911 Ağustos’unda Yesayan, “Giligya yetimhaneleri: Kişisel izlenimler ve anılar” başlığıyla uzun bir makale yazar. Bu makale dört bölüm halinde o dönemde New York’ta çıkan Arakadz adlı haftalık gazetede yayımlanır.10 Ermeni yöneticilere olan tüm hiddetini, kırgınlığını ve yetimlerin kaderiyle ilgili ümitsizliğini bu makalede ifade eder.

Zabel Yesayan’ın ilk ve son kez yüreğini açtığı, Ermeni yöneticilerin utanç verici beceriksizliği karşısında duyduğu acıyı haykırdığı bu makale neden New York’ta yayımlanacaktı? Bilmiyorum. Acaba Amerika’ya göç eden Ermenilerin vicdanına mı hitap etmek istiyordu? Belki. Ancak bu makale bir etki yaratmamış, herhangi bir neticeye ulaşılmamıştır. Yesayan burada ne diyordu? Öncelikle Ermeni yönetim organlarının aldığı iki belirleyici kararı belirtiyordu: “Yetimleri vatanlarından uzaklaştırmamak”, “Hiçbir yetimi yabancı kuruluşlara teslim etmemek”. Yesayan, “Oysa bugün, yani 1911’de, Adana’da bir devlet yetimhanesi açılmıştır ve yakında 500 Ermeni yetim alacaktır, bunun tek suçlusu ise Ermeni yönetim organlarının beceriksizliğidir” demektedir.

Hatta bir ay önce Cemal Bey’in yetimlerin son derece sağlıksız yaşam koşullarını görerek ilgili makamlara bir rapor gönderdiğini işittim. Cemal Bey, yetimlerin durumunun iyileştirilmesine yönelik bir çalışma yapılmadığı takdirde kendisinin vilayet yöneticisi olarak yüzlerce Osmanlı evladının sefaletine seyirci kalamayacağını ve o yetimleri de himaye altına alacağını bildiriyordu…

Anlaşılan, bu sarsıcı haber üzerine, Yesayan iki sene önceki acı deneyimlerini, Ermeni kurumlarını yönetenlerin yeteneksizliğini ve beceriksizliğini hatırlar ve nihayet suskunluğunu bozmaya karar verir. 1909 yılında yabancı misyonerlerin küstahlığı ve aşağılamalarına karşı verdiği savaşı hatırlar; ancak gayet iyi bildiği gibi, Adana’daki sefalet içindeki yetimleri toparlamak ve onların durumunu iyileştirmek için kendisine maddi imkânlar sağlanmamıştı. İstanbul’dan yardım gönderildiğinde dahi para kullanılamazdı; çünkü yetkili heyette öncelikler ve statü konusunda anlamsız tartışmalar doğardı. Yabancı misyonlar, Ermeni yönetim organlarının bu düzensiz duruşu ve yeteneksizliğini gidermek üzere öne çıkıp yardım teklif ediyorlar, buna karşılık Yesayan sadece, “yetimleri yabancılara teslim etmemek” şeklindeki ilkesel bir karara sadık kalmak amacıyla Ermeni yönetim organlarınca söz verilmiş ancak bir türlü ulaşmayan yardımı öne sürebiliyordu.

Makalenin dördüncü bölümünde Yesayan, bir devlet yetimhanesi fikrinin nereden doğduğunu anlatır. Herkes, Ermeni yetimhanelerindeki çocukların acıklı halinin dayanılmaz sınırlara ulaştığını görüyordu. Yalın ayak, korunmasız, kir pas içinde, yüzlercesi daracık alanlara tıkılmış, işte yetimlerin yaşam koşulları. Çizilen bu tabloda bir acı var elbet, çünkü o günlerde tüm bunlardan Yesayan sorumluydu ve kendisine ayrılan olanaklarla daha fazla bir şey yapamamıştı. İşte Cemal Bey’in Yesayan’a uluslararası bir heyet oluşturma teklifi bu koşullar sonucuydu. Dil sorunu da bu heyette ortaya çıkmıştır. Ve Yesayan sıkıntısını en sert şekliyle burada ifade eder; çünkü yetimlere yollanan yardımın tahsil edilmesi zorlaşmış, Patrikhane acil taleplerine cevap vermemeye başlamış ve üyesi olduğu Patrikhane Heyeti de düşmanca davranmaya başlamıştır. Sonuçta Yesayan bir acıyı ve bu acıyla birlikte bir şikâyeti dile getirir. Ancak bu acı ve şikâyetle birlikte bir şahsi sorumluluk duygusu da mevcuttur. Yesayan burada bir başarısızlığı kaydeder. Kendisine verilen görevin her anlamda hazin başarısızlığını.

IV

Yıkıntılar Arasında kitabını okuduğumuzda, yazarın acı ve şikâyeti ayıklayıp aktarmamış, kişisel başarısızlık duygusunu yansıtmamış olduğu hissedilmez tabii ki. Sanki burada Yesayan’ın tasarladığı şey, bir an kendi görevini ve bu görevin verdiği acıyı, sıkıntıları unutmak, duruma ait ayrıntıları silip sadece milli kederi, Ermenilerin derin acısını tasvir etmekti. O halde önümüze konan edebiyat mıdır? Eğer edebiyatın kaynağında ayıklayıp dışarda bırakma varsa, evet. İşin doğrusu Yesayan’ın yaptığını tam olarak nitelendirecek bir kelimemiz yok. Felaketin karşısına dikilen bir birinci şahıs anlatısı olarak nitelenen “tanıklık”, “tanıklık edebiyatı” ifadeleri çok daha sonra ortaya çıkacaktı. Öyle ki, burada bir niteleme zorluğu var. Hagop Oşagan, otuz sene sonra, Yesayan’ın tasarısı için bir isim arayışına girdiğinde bu zorluğu hisseder. İzlenimci edebiyat? Vakayiname? Röportaj? İşte onun niteleme denemesinden birkaç kesit11:

Gerek eski ve gerekse yeni Ermeni tarihyazımı içinde, Giligya felaketinden edinilmiş olağanüstü bir tanıklıktır… Bayan Yesayan var gücüyle 1910 akımlarına katılmıştır. Zaten bu vasfı gereği en ağır görevini yerine getirebildi; Giligya’da, felaket bölgesinde, İstanbul Patrikhanesi’nin görevlendirdiği bir heyetin üyesi olarak o, belki de hayatının en korkunç trajedisini yaşadı. Kıyıma uğratılmış o yurttan işittiklerini, gördüklerini edebiyatımıza ölümsüz bir tanıklık olarak miras bırakacaktı; bu aynı zamanda kendisinin ve de halkının değerlerine ve bedbahtlığına tanıklıktı. Yıkıntılar Arasında, onun eserleri içinde gerçekliği nedeniyle Dante’ninkini bile gölgede bırakan bir nevi cehennemdir. Giligya’nın ateşe verilmiş panoraması önünde o, bir yazarın alışılagelmiş ölçülerini aşmış ve tüm bir Ermeni yurdunu ruhu ve tarihiyle bir bütün olarak kucaklamıştır.

Okur, “tanıklık” kelimesinin Oşagan’ın kaleminde bulanık kaldığını fark etmiştir. Bu eser, ırkın değerlerine bir tanıklık mıdır, yoksa sınırsız bir zulmün karşısında, yazı ve ifadenin sınırlarında dolanan müdahil görgü tanığının, felaketzedelerin (Yesayan “kazazedeler” der) trajedisine ulaşıp, onu betimlemek isteyen tanıklığı mıdır? O halde amaç zaten büyük harfle yazılan Felaketin betimlenmesidir. Yazı ve hayal, bunlar Felakete ölçü olabilir mi?12 Yesayan, bir takıntı gibi, bu soruyu koymuş olmalı önüne. Özellikle felaketzede çocuklara ilişkin sanrısal betimlemelerinin unutulmaz olduklarını da itiraf etmeden geçmeyelim.

Tüm bunları söyledikten sonra Yesayan’ın kitabın önsözünde yazdıklarını anlamaya kalıyor iş. Önce kendi kelimeleriyle işi nasıl nitelediğine bakalım; o önemli bölümden uzunca da olsa bir alıntı yapacağım:

Nitekim çabam, tüm milletimi ve hatta içgüdülerimize, acılarımıza yabancı olan yurttaşlarımızı üç ay boyunca karanlığını yaşadığım o sınırsız sefaletle buluşturmak olacaktır. Kan ve ateşin dehşetiyle aklını yitiren, çılgın kararlara maruz kalarak atalarının toprağından kaçan bir halkı gözler önüne sunabildiysem (...) tüm vatana hizmet edebildiğime inanırım. Çünkü kimse artık o alçakgönüllü insanları hakir görmeye ve onlara nefretle yaklaşmaya cesaret edemeyecektir. Onlar, isyan ettiren adaletsizliklere rağmen, hâlâ tüten yıkıntılar üzerinde yükselen darağaçlarına rağmen, sarsılmaz bir inançla, körü körüne ve içgüdüsel olarak kanlı, paramparça varlıklarını tüm ilerici dalgalara katacaklardı; böylece vatanı tehdit eden en büyük tehlikeye, her ne yeni hal ve kılıkta olursa olsun diktatörlüğün hortlamasına karşı dimdik duracaklardı.

Yesayan’ın bahsettiği “vatan” burada tabii ki Osmanlı yurdudur. O halde Yesayan o efsaneye inanıyor (veya inanırmış gibi görünüyor). Yesayan, Türk yurttaşlarının, kurbanın insan olduğunu duyup kavradıkları zaman, kurbanın kendileri için, kendi özgürlüklerini sağlamak için öldüğünü anlamış olacaklarına da inanıyor. Dolaysız bir ifadeyle söylemek gerekirse, Yesayan, Felakete bir anlam yüklemek istiyor; tüm o ölümlere, o müthiş anlamsız ölümlere bir anlam kazandırmak ve tabii böylece, yazdıklarını ve yazma edimini aynı zamanda kendisi için gerekçelendirebilmek istiyor. Çünkü anlam yitiminin olduğu yerde çılgınlığın tehdidi söz konusudur. Evet, dünyanın dört bir yanında ölüme anlam katan şey yasın kendisidir. Ancak Felaket karşısında tam da tersi söz konusudur; yası olanaklı kılmak için bir anlam gerekir. Öyle ki Yesayan, o kana bulanmış varlıklar “vatan” adına kurban edildiler, diyor. Yani, herkesin özgür ve eşit haklara sahip olacağı, efendi ve tebaa değil, herkesin yurttaş olacağı yeni bir vatan için. Tüm bunlar neredeyse kelimesi kelimesine söylenmiştir:

(...) kor gibi yakıcı acımızı söndürmek için şu düşünceye sarıldık: Biz de kurbanlarımızı verdik, kanımız bu sefer Türk yurttaşlarımızla birlikte döküldü. Bu son olacak.

Gerçekten bu sözlerine inanıyor muydu? İnanmaya mecburdu ama. Baştan sona tüm önsöz bu düşünceyle yüklü. İşte sonlara doğru bir alıntı daha:

Bu duygu, önemli bir dürtü oldu ve hür bir yurttaş olarak, bu ülkenin eşit haklarla donanmış ve eşit yükümlülükler yüklenmiş bir öz evladı olarak bu sayfaları çekincesiz yazmam için beni harekete geçirdi.

Burada şaşırtıcı olan şimdiki zamanla konuşuyor olmasıdır. Kendi yazdığıyla o “eşitlik” olgusunu ispatlar, o ülkenin tüm haklarına sahip yurttaşına dönüşür. Öyle ki tüm çabası, onu yazmaya iten şeyin kendi aidiyeti olmadığını anlatmaktır. 1910’da Ermenilerin rüyası, çağdaş anlamıyla yurttaşlığın, ırkçı düşünce üzerine kurulu devlet sisteminin yerine geçmesiydi. Alışılagelmiş kin veya milliyetçilik içeren söylemler değildir yazarı harekete geçiren. Giligya felaketi ırksal bir nefretin ifadesinden başka bir şey değildi; dolayısıyla İmparatorluğu antidemokratik bir düzeyde tutma arzusunun dışavurumuydu; yurttaşlara yer olmayan, sadece tebaa ve ırksal aidiyetlerin bulunduğu bir İmparatorluk arzusu. Bugün kendisi, diktatörlüğün (geçmiş ve gelecekteki diktatörlüğün) karakterini ve tehlikesini tüm “vatandaş”larına (Türklere ve Ermenilere) anlatıp göstermek için demokratik yurttaşlık adına yazıyor. Dünkü kurbanlar, ilerici akımlar galebe çalsın, yurttaşlık fikri üstünlük sağlasın diye kanlı varlıklarını adadılar. Irkçı düşünceden arınmış bir devlet uğruna katledilip demokrasi sunağında kurban edildik. İşte Yesayan’ın inanç akdi. Tek kelimeyle, bir ırk, ırkçı düşünce üzerine kurulmuş bir devlet sisteminin yok olması için kurban edildi. Vuku bulan, ırkçılığın son bulması ve yurttaşlık ilkesinin zaferi uğruna bir ırkın feda edilmesiydi. Yesayan böylece benzeri görülmemiş bir inanç ortaya koyuyordu; bunu teslim etmek gerekir. 1915-1916’dan sonra aynı benzersiz gerekçelendirmeyi öne süremeyecek ve aynı yorumlamayı yapamayacaktı. Ama 1911’de yurttaşlık ilkesinin zaferine inanç duyabilirdi; çünkü bakışı, ırkçı düşüncenin “eski rejim”e özgü olduğuna inanmak ve inandırmak şeklindeydi ve buna göre Giligya Ermenileri de eski rejimin son kurbanları olmuşlardı.

Gelelim bu önsözü neden tuhaf gördüğümüze. Üç nedeni var. Bir kere, bugünkü gözle bakıldığında (ve Felaketi anlamlandırma arzusu ne denli anlaşılır olsa da), eğer samimi ise, Yesayan’ın söyledikleri açıkça kendini aldatma, yanılsama gibi görünüyor. Birkaç sene sonra yurttaşlık ilkesinin zaferi bir yana, tüm bir ırkın imhası tasarlandı. İkincisi, yukarıda tarafımızdan belirtilmiş olan tarihi verilerin hepsi de Zabel Yesayan’a tanıdıktı. Giligya Ermenilerinin katledilmesi kararında parti olarak İttihat’ın baştan sona parmağı olduğunu gayet iyi biliyor olmalıydı. Ancak daha vahimi de var; bu da tuhaflığın üçüncü basamağını oluşturuyor: “Mahpuslar” başlığıyla verilen bölümün başında, bir ses (İstanbul’dan yeni gelmiş birinin sesi) yerli halka, bir düşünce uğruna kurban oldukları tezini sunarak onları teselli etmeye çalışmaktadır. Şöyle ki:

Gericilik hareketinin kurbanları olduk. Çünkü alışıklardı kafamıza vurmaya, en şiddetli şekilde vurdular bize. Sadece biz değil, memleketin tüm özgürlükçü unsurları tehlikedeydi, biz ülkenin buhranını paylaştık. İşte… Böyle açıklayalım Adana felaketini.

Ve Yesayan kesinlikle bu açıklamanın yetersizliğinin bilincinde olduğundan, o sırada başka bir ses kulağına fısıldar:

Ölmek istemeyen herkes, kadınlarını ve çocuklarını korumak isteyen herkes ya hapsedilmiştir, ya kaçaktır ya da bir köşede saklanıyordur.

Şu halde fısıldayan ses, imha arzusunun, her türlü iradeyi ezmek, her türlü direnişi kırmak, ezip geçmek istediğini söylüyor. Ve bu imha arzusunun “eski rejim” ile herhangi bir bağı yoktu. Orada uygulamaya konan yeni bir sürecin ilkeleriydi ve bu ilkelerin temsilcisi de Jön Türk hareketiydi.

Bu sayfaların yazılışından bugüne tam bir asır geçmiştir, önsözün yazılması üzerinden de 98 yıl. Ve ne asır! Ne yıllar! İmha projesini tamama erdiren ve tehciri kesin kılan seneler. Acaba, yüz yıl önceki ölçütlerle açıkça kendini aldatma, yanılsama gibi görünen şeyin bugün, ancak bugün anlamlı ve yararlı hale dönüştüğünü düşünmek mümkün müdür? Acaba Yıkıntılar Arasında adlı yapıtın bilinçleri sarsabileceğini ve nihayet “vatandaşlarımızı” geçmiş ve gelecek diktatörlüklere karşı direnmeleri için ikna edebileceğini hayal etmek mümkün müdür? Ve nihayet, Giligya kurbanlarını bu direnişin öncüleri olarak görmeleri mümkün olacak mıdır? Giligya’da ölüler, kendi vatandaşlarının, diktatörlük kıskacından, hatta kendi diktalarından kurtulmaları için kurban edildiler. Yesayan’ın Türk vatandaşlarına vermek istediği mesaj buydu, 1911 yılında hangi vatandaşı işitecekti bunu? Farz edelim, Yesayan sadece bir asır yanılmıştı. Bugün onu dinleyecekler mi? O zaman Yesayan “tüm vatan” için olağanüstü bir hizmet vermiş olacak. Ancak geç, son derece geç.

New York, Eylül 2009

  1. “Katliam”, ilk kez 1907 yılında Çobanyan’ın Anahid adlı dergisinde yayımlanmış, 1908 yılında da Paris’te kitap olarak basılmıştır. 1909 yılında bu şiirin İstanbul’da kalabalıklar önünde okunuşundan (Şişli Ermeni Mezarlığı’ndaki okuma da dahil) çoğu insan hayranlıkla bahsetmiştir. Ayrıntılar için bkz. Taniel Varujan, Yergeri Liagadar Joğovadzu [Bütün Eserleri], Cilt 1, Yerevan, 1986, s. 561-562.
  2. Fransızca: A. Adossidès, Arméniens et Jeunes-Turcs: Les Massacres de Cilicie, Paris 1910; Jean d’Annezay, Au Pays des Massacres: Saignée Arménienne de 1909, Paris 1910; ayrıca Mgr Mouchegh, Les Vêpres Ciliciennes, İskenderiye 1909. İngilizce: H. Charles Woods, The Danger Zone of Europe, Londra 1911; Duckett Z. Ferriman, The Young Turks and the Truth about the Holocaust at Adana in Asia Minor during April 1909, Londra 1913.
  3. “Tsayner vorperu tışvarutenen” [Yetimlerin sefaletinden sesler], Azadamard, 13 Ocak 1910; “Ağedi zoheren” [Felaketin kurbanlarından], a.g.e., 2 Şubat 1910.
  4. Bu bölümde, Raymond Kévorkian’ın verdiği bilgilere dayanacağım. Bkz. Revue d‚histoire arménienne contemporaine Tome III, Paris 1999 içinde “La Cilicie (1909-1921): des massacres d’Adana au mandat français” ve bu eserin özeti niteliğinde R. Kévorkian, Le Génocide des Arméniens, Paris 2006, s. 71-150.
  5. (Editörün notu) Yazar, tarihleri hem eski (1 Nisan) hem de yeni takvime göre (14 Nisan) vermektedir.
  6. Dörtyol savunması hakkında bkz. örneğin Arşaguhi Teotig’in kitabının sondan bir önceki başlığı ve Zabel Yesayan’ın bu kitabında son sayfalar.
  7. Raymond Kévorkian, Le Génocide des Arméniens, Paris 2006, s. 132.
  8. Alıntıları, 1977 yılında Yerevan’da yayımlanan Zabel Yesayan Namagner [Zabel Yesayan: Mektuplar] adlı eserden yaptım. (Buradaki alıntı s. 93; izleyen göndermelerin sayfa numaraları metin içinde verilecektir.) Ancak bu kitabın baştan sona güvenilmez, güvenilmezden öte neredeyse işe yaramaz olduğunu belirtmek zorundayım. İmlası gelişigüzel, açıklamalar eksik ya da bazen gülünç derecede hatalı, mektup tarihleri de sık sık karıştırılmıştır. İşini bilir bir redaktör elinde ve orijinaline sadık kalarak yapılacak yeni bir baskı elzemdir. Örneğin Giligya’dan yollanan ikinci mektubunda Yesayan kocasından Yusuf Kemal ile görüşmesini rica eder. Açıklamada Yusuf Kemal’in o sırada Paris’te yaşadığı belirtilmiştir. Oysa Yusuf Kemal araştırma heyetinin üyelerinden biridir ve o günlerde olaylarla ilgili raporunu hazırlamak göreviyle Adana’da bulunmaktadır. Giligya’dan 14 Temmuz’da ayrılacak, 20 Temmuz’da ise Osmanlı Meclisi Mebusan oturumuna katılacaktır. Kitaptaki açıklamaların yazarı tüm bunlardan sadece bihaber olmakla kalmayıp, Yusuf Kemal hakkında aklından uydurduğunu da açıklama olarak vermektedir; muhtemelen o günlerde Dikran Yesayan’ın da Paris’te olduğunu düşünmektedir. Oysa Zabel’in mektupları İstanbul’a yollanıyordu, Paris’e değil.
  9. 11 numaralı mektup (Yerevan’da yayımlanmış olan Zabel Yesayan: Mektuplar eserinde belirtildiği gibi 1907 yılında değil) 5 Ağustos 1909’da Sis’te yazılmıştır. 34 numaralı mektupta Yesayan o yolculuğu duyurur, 35 numaralı mektupta ise raporunu okuruz. Aynı mektupta Dörtyol’un Ermenice isminde imla hatası vardır (ÇorkMarzban değil, Çork-Marzvan olmalıydı). Daha sonra sıra 33 numaralı mektuptadır; burada da Yesayan Patrikhane ile bağlantılı olarak “bana veya işime çıkarılan engeller”den söz etmekle birlikte (s. 102) bu pürüzün daha sonra giderildiği anlaşılıyor.
  10. Arakadz, no. 13-16 (17 Ağustos-7 Eylül 1911), New York [Bkz. Bu kitabın ekler kısmında s. 251-269].
  11. Hagop Oşagan, Hamaynabadger arevmdahay kraganutyan [Batı Ermeni Edebiyatı Panoraması], Cilt 6, Beyrut 1968, s. 246, 249, 262.
  12. Krikor Beledian, Yesayan’ın Yıkıntılar Arasında eseriyle ilgili analizinde bu soruyu eksen alır. Bkz. K. Beledian, Mard, Antilias 1997, s. 163-193.


X
X