
12 Oca “Kurmaca tarihten daha gerçektir”
Dilerseniz bu söyleşinin Türkçe altyazılı video kaydını Yesayan Salonu’nun YouTube kanalından izleyebilir, Spotify kanalından dinleyebilirsiniz.
*
Ekin Kurtdarcan: Yayınımıza katıldığınız için teşekkür ederiz. Belki romanınızın Türkiye’de yayımlanmasıyla ilgili neler hissettiğinizi konuşarak başlayabiliriz. Çok uzun süredir yazan, kitapları çok uzun zamandır yayımlanan bir yazarsınız ama yine de, özellikle Kumdan Kale Kızları’nın Türkiye’de ve Türkçe olarak yayımlanmasıyla ilgili neler düşünüyorsunuz?
Chris Bohjalian: Öncelikle, bugün sizinle burada konuşmak benim için büyük bir zevk, bir onur ve bir ayrıcalık. Teşekkür ederim. Kumdan Kale Kızları’nın Türkiye’de yayımlanmasından onur duyuyorum. Türkçe, kitabın çevrildiği yirmi bir veya yirmi ikinci dil. Ama bu özel.
E.K.: Biz de Kumdan Kale Kızları’nı yayımlamaktan gerçekten onur duyuyoruz.

Kumdan Kale Kızları, Aras Yayıncılık, 2020
C.B.: Bu arada kapağın çok güzel olduğunu söylemek istiyorum. Harika görünüyor. Üzerinde yaptığınız çalışma beni çok etkiledi, bunun için size çok müteşekkirim. 2020 birçok yönden korkunç bir yıl oldu. Gerçekten korkunç. Fakat Kumdan Kale Kızları’nın Türkçe basımı gibi küçük bir mutluluk ne kadar büyük bir mutluluk oldu. Ve bu mutluluğun etkileri de uzun sürecek.
Lora Sarı: Kapakta sanatçı Arzu Başaran’ın bir resmini kullandık ve kapağı biz de çok seviyoruz. Sizin de beğenmeniz bizi çok mutlu etti.
E.K.: 1915 üzerine bir sergide yer alan bir resimdi, bu bakımdan bizim için özel bir anlamı da var. Peki, Kumdan Kale Kızları sizin on dördüncü romanınız ve konunun ne kadar kişisel olduğunu da göz önüne alırsak, bu romanı niye daha önceden yazmadınız? Sizi, bu kitabı yazarlık hayatınızın bu noktasında yazmaya iten neydi?
C.B.: Harika bir soru. Ben aslında Kumdan Kale Kızları’ndan önce de Ermeni Soykırımı’yla ilgili yazmaya çalıştım. 1992’de, otuz yaşındayken, soykırımdan sağ kalan dedelerimin hikâyesinin derin etkisi altında olan bir taslak yazmıştım. 392 sayfa. Bitmiş taslağı okuduğumda tam bir felaket olduğunu gördüm. Hakikaten feci bir romandı. Daha gençken, zanaatımı hâlâ öğrenirken yazmıştım ve 392 sayfa dolusu öfkeden başka bir şey değildi. Ve bir roman sadece 392 sayfa dolusu öfke olamaz! Romanlar karakterle ilgilidir. Bizi etkileyen hikâyelerle ilgilidir. E. M. Forster “Kurmacanın tarihten gerçek olduğunu hepimiz biliyoruz,” der. “Çünkü kurmaca kanıtların ötesine geçer.” Bunun üzerine çok düşündüm. Ve otuz yaşındayken bu taslağı alıp bir kenara koydum. Ve eğer bir gün Amerika’ya, Massachusetts’e giderseniz, bu sayfaların muhafaza edildiği üniversiteme gidip bu yayımlanmamış taslağı okuyabilirsiniz. Ama vaktinizi boşa harcamayın. Korkunçtu. Bu taslağın hemen arkasından, sonradan Midwives’a [Ebeler] dönüşecek olan, cinayetten yargılanan Amerikalı bir ebe hakkında bir roman yazdım ve ortaya çok daha iyi bir şey çıktı.
İlk tarihsel kurgumu 2008’de yazdım. Skeletons at the Feast adlı romanım Alman bir ailenin Holokost’taki suç ortaklığıyla ilgiliydi. Onu da tamamladıktan sonra, en sonunda kendimde tarihsel kurguya yeniden yaklaşma ve 1915’e dönme cesaretini buldum. O taslağı yazdığım yaşın üzerine on altı, on yedi yaş koymuştum, sekiz on roman yazmıştım, yani artık satranç tahtasında taşları nasıl hareket ettireceğimi biliyordum. Ne yapmak istediğimi biliyordum ve bu sefer konuya daha farklı yaklaşmak istiyordum. En başta bu dedelerimin hikâyesi olmamalıydı. Sevdiğim türden bir tarihsel kurmaca olması gerekiyordu ve o da bir aşk hikâyesiydi. En sevdiğim tarihsel aşk hikâyelerinin perspektifinden; Kaptan Corelli’nin Mandolini’nin veya Kefaret’in veya İngiliz Hasta’nın, yani savaşın ortasında geçen aşk hikâyelerinin perspektifinden yola çıkarak oluşturdum iskeletimi. Zihnimde de esasen bir aşk hikâyesi olan Kumdan Kale Kızları’nın ana iskeleti bu oldu. Ama bu kez 1915’te, Osmanlı İmparatorluğu’nda, yangın yeri Halep’te geçiyordu.
Laura Bedrosyan benim. O benim kadın versiyonum. Laura Bedrosyan’ın çocukluğu, benim çocukluğum. Onun dedesinin evi, benim dedemin eviydi. Onun hikâyesinde benim çocukluğumdan çok fazla detay var.
E.K.: Dedikleriniz aslında bir sonraki soruma çok güzel bir geçiş sağlıyor, çünkü biraz ana karakteriniz, anlatıcınız Laura hakkında konuşmak istiyorum. Laura, bir yazar, bir Amerikalı-Ermeni ve aile tarihini, soykırımın mirası ve travmasını anlamlandırmaya çalışıyor. Ayrıca soykırım hakkındaki bir önceki yazı denemenizi de düşünürsek, okuyucu şüphesiz anlatıcınızla bir yazar olarak sizi özdeşleştiriyor. Buradan yola çıkarak, ana karakterinizin erkek yerine kadın yapmaktaki maksadınız neydi, Laura’yı neden bir kadın olarak kurguladınız?
C.B.: Yine harika bir soru. Öncelikle, Laura Bedrosyan benim. O benim kadın versiyonum. Laura Bedrosyan’ın çocukluğu, benim çocukluğum. Onun dedesinin evi, benim dedemin eviydi. Onun hikâyesinde benim çocukluğumdan çok fazla detay var. Laura’nın erkek kardeşi, bendim. Kitabın başındaki, dedesinin Herman’s Hermits pop şarkıları söylemeye zorladığı, kırmızı kısa pantolonlu o şişman oğlan bendim. Bendim o, bunlar gerçekten yaşandı. Florida’ya taşındığımızda, ilk kız arkadaşım bir Türk’tü, yine de bunun kültürel olarak ne anlama geldiğinin hiç farkında değildim, çünkü dedemler çoktan vefat etmişti. Bu yüzden, aile içi siyaseti ve üzerinde gezindiğim mayın tarlasını idrak etmeye başlamam ancak kitapta da bahsi geçen partiyle oldu. O zaman, niye Laura’yı direkt kendim olarak kurgulamak yerine kadın yaptım? Çünkü kadınların duygularla ilgili farkındalıklar ve aileyle ilgili bir arayışta kendileriyle ilgili bildikleri her şeyi feda edebilme konusunda erkeklerden bin kat daha iyi olduklarını düşünüyorum. Laura’nın karşısına bir fotoğraf çıkıyor ve bir fotoğraf onun hayatındaki her şeyi değiştirmeye yetiyor. Kanımca, Laura erkek olsaydı, gözünü karartıp hikâyesini öğrenmeye pek yanaşmazdı. Bu yüzden Laura’yı benim bir kadın versiyonum olarak kurguladım.
L.S.: Kadın bir karakteri resmetmede de çok iyi bir iş çıkardığınızı düşünüyorum. Karakterlere geçmişken, benim ilk sorum karakter yaratmakla ilgili. Diğer romanlarınıza veya önceki yazma süreçlerinize kıyasla, bu romanda karakterlerle aranıza mesafe koymak ne denli zordu veya zor muydu? Çünkü mesafe yazarken çok gerekli, ancak burada çok kişisel bir hikâye söz konusu.
C.B.: Sorularınıza bayılıyorum. Gerçekten çok iyiler. Bazen, bir sahne yazardım ve sıklıkla o 1992’deki genç adama döndüğümü, o romancı gözünü kaybettiğimi fark ederdim. O sahnede Armen’in ne yapacağını düşünmezdim. Garine’nin, Laura’nın ne yapacağını da. Hep “Ben ne yapardım”ı düşünüyordum. Halbuki ben önemsizim. İşimle ilgili sevdiğim şeylerden biri, her sabah bu odada, karakterlerimin elimden tutup hikâyenin karanlığında ilerlerken bana öncülük etmeleri. Yani ne zaman, katartik bir biçimde öfkemi kusmak için dedemlerin yaşadıklarıyla ilgili bildiklerimi veya araştırmam sırasında karşılaştıklarımı kullansam, bir adım geriye çekildim ve kendime, bunun Armen’in, bunun Elizabeth’in hikâyesi olduğunu, benim hikâyem olmadığını hatırlattım.
L.S.: Bu noktada şunu sormak istiyorum, bu bahsettiklerinizin biraz iyileştirici bir yanı da olduğundan, acaba bu kitabı yazdıktan sonra tarihe karşı, Ermeni Soykırımı’na karşı hisleriniz değişti mi?
C.B.: Bu kitap hayatımı değiştirdi. Tamamıyla değiştirdi. Sadece duygusal olarak değil, sadece Levon Bohcalyan’ı ve Hayguhi Şirinyan’ı neyin harekete geçirmiş olduğunu gerçekten anlamak açısından da değil. Onları insan ve harika bir büyükanne ve büyükbaba yapanın ne olduğunu anlamak açısından da değil. Doğrusu, bu kitap yayımlandıktan sonra Kayseri’ye, Van’a, Adana’ya, Gaziantep’e, Anadolu’nun her köşesine yolculuk yaptım, Kilikya’da atalarımı ve köklerimi keşfettim. İşin gerçeği, biz Amerikalılar çoğunlukla, Türkiye’ye gittiğinde, İstanbul’a gideriz. Efes’e gideriz, Türkiye’nin kıyılarının ve batısının tadını çıkarırız. Van’a gitmeyiz. Kars’a gitmeyiz. Adana’ya gitmeyiz. Ama ben bu saydığım şehirlere muhtemelen beş-altı defa gitmişimdir. Ve bu tamamen Kumdan Kale Kızları sayesinde oldu, bu yolculuğu yapmazsam olmayacaktı, o toprakla bir bağ hissediyorum, ve böyle bir bağı hissedebileceğimi asla düşünmezdim.
Benim aile hikâyemde devasa boşluklar var. Ermeni Soykırımı’ndan sağ kalanlar arkalarında ya uzun hatıratlar bırakıyorlar –çok şükür!– ya da bununla ilgili hiç konuşmuyorlar. Dedemler hiç konuşmayanlardandı.
L.S.: Bu soruyu iyi ifade edebileceğimden emin değilim ama deneyeceğim. Sorum, bir tema olarak bilinmezlik ve kanıtla ilgili. Ermeni Soykırımı’nı tartışırken belgeye dayalı kanıta çok önem veriliyor, inkârın dayanak noktalarından biri de bu. Hikâyenizdeki iki Alman fotoğrafçı soykırıma dair bir belge, bir kanıt bırakmaya çalışıyor ve bırakılan bu kanıtların muhafaza edilmesi de hikâyenizdeki bir diğer lokomotif. Laura’nın aile hikâyesini ise olmayan kanıtlar, belgeler üzerinden okuyoruz, çünkü hikâyesinde çok fazla bilinmeyen var. Yayınevinden üç kişi bu hikâyeyi okuduk ve üçümüzün de Laura’nın büyükannesi ve büyükbabası arasında olan bitenlere dair bambaşka fikirleri vardı, üçümüzde onların aile hikâyesinin hatlarını farklı şekillerde çizdik. Size sormak istediğim, kanıt ve bilinmezlik temasını öne çıkarmanızla ilgili. Bunun hakkında konuşabilir misiniz?
C.B.: Tabii. Benim aile hikâyemde devasa boşluklar var. Ermeni Soykırımı’ndan sağ kalanlar arkalarında ya uzun hatıratlar bırakıyorlar –çok şükür!– ya da bununla ilgili hiç konuşmuyorlar. Dedemler hiç konuşmayanlardandı. Dört kardeşlerdi. 1915’te Kahire’ye ulaştıklarında hepsi hayattaydı. Ama yine de bir şekilde hepsi yok oldu. Tamamen kayboldular. Dedem onlara ne olduğuyla ilgili hiç konuşmadı. Büyükannemin babasının durumunun iyi olduğunu ve yıllarca Osmanlı ordusuna süvari atları sağladığını biliyorduk. 1915’te ordu atları her zamanki gibi yasal yollardan temin etmek yerine, dedemi düpedüz vurup at çiftliğine, sürüye ve hatta İstanbul’daki evlerine el koydular. Ve büyükannem de bununla ilgili hiç konuşmadı. Bu hikâyeler ancak hayatının en sonunda yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başladı. Ama ancak en sonunda. Yani bu boşluklar her zaman vardı ve bu boşluklar, Kumdan Kale Kızları’nı yazarken aklımın bir köşesinde duran gizemlerdi. Laura’nın aile tarihinde de boşluklar var.

Armin T. Wegner
Şimdi, kanıta gelelim. İki Alman mühendis-fotoğrafçı, muhtemelen bildiğiniz gibi, Alman subayı Armin Wegner’den esinlendi. Kendisi Ermeni Soykırımı’nı fotoğraflamıştı, ta ki Osmanlı yetkilileri Alman müttefiklerine Wegner’i durdurmasını söyleyene kadar. Bunun sonucunda Almanya, kolera kapıp öleceğini düşünerek onu bir kolera koğuşuna gönderdi. Wegner kolera kaptıysa da iyileşti ve hemen ayağa kalkarak soykırımı belgelemeyi sürdürdü ve fotoğrafların bir kısmını da Osmanlı İmparatorluğu’ndan dışarı çıkarıp Almanya’ya götürmeyi başardı.
İnkâra gelince, kitaptaki bütün soykırım hikâyelerinin gerçeklere dayalı olması benim için çok önemliydi. Mesela kitaptaki Halep Amerikan Konsolosu Ryan Donald Murphy, torunuyla da tanıştığım Konsolos Jesse B. Jackson’a dayanıyor ve kitapta Ryan Donald Murphy’nin söylediklerinin büyük bir kısmı Jesse B. Jackson’un söyledikleri. Aynı şekilde Alman konsolos Ulrich Lange de dönemin Halep Alman Konsolosu Walter Rossler’a dayalı. Romanda Lange’nin yazdıklarının çoğu aslında Walter Rossler’in yazdıkları. Tarihsel olarak bir tek, gerçekte Amerikalıların Der Zor’u bizzat görüp görmediğini tespit edemedim. Der Zor’a dair tüm tanıklıkları ya Ermeniler ya da Kızıl Haç’takiler yazmış, Elizabeth Endicott gibi Amerikalılar değil.
L.S.: Demek ki o yüzden onlar… – Tamam, okuyucular için kitabı mahvetmeyelim ama Der Zor’un Elizabeth’le olan ilişkisini şimdi anlıyorum.
C.B.: Mahvetmiyorsun, harika gidiyorsun!
L.S.: Teşekkürler, siz de! Son sorum Marc Nichanian’la ilgili. Soykırımın edebi kanonundan bahsederken onun ismini sıkça geçiriyoruz, Writers of Disaster [Felaketin Yazarları] kitabına sürekli atıfta bulunuyoruz. Nichanian, felaketi yazmanın imkânsızlığından bahsediyor, sanat ve edebiyat aracılığıyla Ermeni Soykırımı’nı anlatmanın, olayın tamamını aksettirmenin mümkün olmadığından söz ediyor. Ermeni Soykırımı’yla ilgili yazmaya çok kereler çalışıldı. Ben hemen Kumdan Kale Kızları’nı çok sevdiğimi söyleyebilirim, hikâyeyi çok seviyorum ve açıkçası Ermeni Soykırımı’yla ilgili çok fazla kurgu ve kurgudışı kitap okudum. Ve bu kesinlikle en sevdiklerimden. Sizin en sevdiğiniz kitapların hangileri olduğunu sormak istiyorum. Bu “tür” içinde bir en sevdiğiniz var mı?
C.B.: Benimle kütüphaneme doğru gelin. [Ayağa kalkıp bilgisayarını eline alıyor ve kütüphanesinin bir bölümüne doğru ilerleyip kameraya bir rafı gösteriyor.]

The Gendarme [Jandarma], Mark T. Mustian
L.S.: Onu da çok yakında yayımlayacağız. Nancy Kricorian’ın Ekmek ve Ateş Düşleri’ni de görüyorum.
C.B.: Evet. Musa Dağ’da 40 Gün.
L.S.: Tabii ki.
C.B.: Baba ve Piç. Ayrıca bu rafta, Hrant’ı görüyorsunuz. Hrant Dink, Peter Balakian, Taner Akçam. Kurgu rafında Mark Mustian’ı, Nancy Kricorian’ı, Franz Werfel’i, Carol Edgarian’ı görüyorsunuz.
L.S.: Çok teşekkürler. Benim soracaklarım bu kadar ancak izleyenler için şunu da eklemem gerek, Ekin’le ben bu kitabı beraber okuduk, bu yüzden söyleşiyi beraber yapıyoruz ve sizi de burada ağırlamaktan gerçekten çok mutluyuz. Bu gerçek bir onur. Sizinle konuştuktan sonra benim için kitapla ilgili birçok taş yerine oturdu. Çok teşekkür ederiz.
C.B.: Ben teşekkür ederim. Bitirmeden önce, izninizle Osman Kavala’ya selam göndermek istiyorum. Harika, harika bir adam. Hâlâ hapiste ve onu unutmadığımı, Amerika’nın onu unutmadığını bilmesini istiyorum. İki haftada bir onun için Amnesty International’a ve PEN’e yazıyorum. Hayırsever, tarihçi, edebiyat ve medeni haklar insanı Osman Kavala’yı unutmayalım istiyorum.
L.S.: Çok teşekkür ederiz. Eminim bu onun için ve Türkiye’de onu ilk günden beri destekleyenler için çok anlamlı bir mesaj olacak. Bu mesaj için teşekkür ederiz. O zaman, kapatabiliriz.
C.B.: Bu kadar güzel bir basım için çok teşekkür ederim! Çalışmama olan inancınız için çok teşekkür ederim, umarım başarılı olur. Büyük onur duyuyorum. Teşekkür ederim.
L.S.: Biz teşekkür ederiz, kitabınızı yayımlamaktan onur duyuyoruz. Belki çok klişe olacak, ama bizim için harika bir yolculuktu.