27 Oca Hayır, Anne Frank’ı Anlayamayız
Sekiz yıl önce, ilk defa bir toplama kampını ziyaret ettiğimde on altı yaşındaydım. Terezín, veya yaygınca bilinen ismiyle Theresienstadt, Prag’ın kuzeyinde, şehre otobüsle kırk beş dakika uzaklıkta, bugün belki komik denebilecek kadar az sayıda insanın yaşadığı bir kasaba. İkinci Dünya Savaşı sırasında tam anlamıyla bir imha kampından çok, Çek, Alman, Hollanda ve Danimarka Yahudilerinin Treblinka veya Auschwitz’e gönderilmeden önceki son durağı, Nazilerin Batı’ya ve Kızıl Haç’a karşı korkunç gerçeği maskeleyebileceği bir Potemkin köyü olmuştu. Koşullar diğer kamplara göre biraz daha iyi olsa da, burada 34 000 kişi ölmüştü. Yaşlıların ve çocukların sayıca fazla olduğu bu getto ve kamptan diğer imha kamplarına gönderilen çocuklardan yalnızca 150’si hayatta kalmıştı.1
Terezín’e gitmeyi neden kabul ettiğimi hatırlamıyorum. Ankara’daki okulumdan, lise ikinci sınıftan yalnızca biri daha bu seyahate katılmıştı; şüphesiz, mart ayında, Orta Avrupa’daki bir toplama kampında, Avrupa’nın farklı köşelerinden gelen gençlerle beraber birkaç günlük bir tiyatro atölyesine katılmak, çoğu liseli için basketbol takımıyla turnuvaya gitmek kadar cazip değildi. Tanımadığımız kişilerle geceyarısı otobüsten inip can yakan bir kış soğuğuyla karşılaştığımızda, tek tük sokak lambalarıyla aydınlatılmış, karlı, insanın içini ürpertecek derecedeki sessiz kasaba, yol yorgunluğuyla da bana dünyanın en yalnız yerlerinden birine geldiğimizi hissettirmişti. Ayrıca, savaş zamanında hastane olarak kullanılmış bir binada kalacaktık. O ilk gece gözüme uyku girmedi.
Bu deneyimin benim için anlamını şimdi, sekiz yıl sonra, Holokost edebiyatını daha iyi okuduktan, dinledikten, izledikten sonra fark edebiliyor ve bunun benliğimi şekillendiren en önemli olaylardan biri olduğunu söyleyebiliyorum. Lisede okuduğumuz Maus, izlediğimiz Schindler’in Listesi bizi gerçek bir kampı görmeye hazırlamıyormuş aslında. Girişteki “Arbeit macht frei” yazısıyla karşılanmak, o bomboş sıralı tahta yatakları, banyoları, krematoryumu görmek, bir sağkalanla konuşabilmek, orada yaşamış çocukların çizdiği resimlerin, yazdıkları şiirlerin karşısında boğazıma oturan o yumruyu hatırlamak, bu cümleleri yazarken bile nefesimi sıkıştırıyor. Böyle bir yerde, tarif edilemeyecek bir gerçekliğin karşısında benim gibi birçok gençle beraber bir şey öğrenmek, üretmek, sanat yapmaya çalışmaksa ölümün, ölülerin kemiklerinin üstünde şarkı söylemek, tanımadığın on binlerce insanın, o yaşta tahayyül edemeyeceğin gerçekliklerin aynı anda yasını tutmaya çalışmakmış aslında.
Son zamanlarda, kendimi en beklenmedik anlarda bu deneyim üstüne düşünürken buluyorum sık sık. Zaman ilerleyip Auschwitz’in gerçekliği bizden uzaklaştıkça, soykırım ardında daha uzun bir gölge bırakıyor. Her geçen yıla rağmen, kim olursak olalım içinden ışıkla geçmeye devam etmemiz gereken bir gölge. 27 Ocak’ı anarken beni büyüten, belki benimle beraber büyüyen metinlere, anlatılara dönme, Terezín’den topladığım kartpostallara, buradaki çocukların yaptığı resimlere, yazdığı şiirlere tutunma ihtiyacı duyuyorum. Okumayı öğrendiğim günden beri kitaplığıma girip çıkan, kaybedip tekrar tekrar bulduğum kitabı, Anne Frank’ın Hatıra Defteri’ni yeniden okuyorum. Artık üzerine söz söylenemeyecek kadar işlenmiş bu metni, metnin çeşitli uyarlamalarıyla öne çıkarılan, Frank’ın hikâyesiyle büyümüş birçok insanın muaf olmadığı indirgemeci evrenselliği görerek, geçmiş ve günümüzdeki farklı zulümler arasında bağlantı kurarken Frank ve Holokost’u yaşamış olanlarınki de dahil olmak üzere bütün deneyimlerin biricikliğine dikkat çeken dayanışma ve mücadele biçimleri aramaya devam eden gözlerle okumaya çalışıyorum. Beni o gölgenin içinden taşıyacak ışığı bu pratikte buluyorum.
“Dolmakaleme Ağıt”2: Anne Frank’ı kaybetmek
Yayımlandığı 1947 yılından itibaren yetmişten fazla dile çevrilmiş olan Anne Frank’ın Hatıra Defteri’ni, tartışmalı sahne ve beyaz perde uyarlamalarının, tamamen bağlamının dışında kullanılan alıntılarının ve Frank’ın farklı kesimler için temsil ettiği şeylerin gürültüsünde okumak kolay değil. Hyman Aaron Enzer ve Sandra Solotaroff Enzer’ın da belirttiği gibi, bir “imgeler karmaşası” haline gelmiş olan Anne Frank’ın tüm dünyada popülerliğini yitirmeden okunmaya devam etmesinin sebeplerinden biri, her yaştaki okurun onun coşkuları ve korkularıyla özdeşleşebilmesinin yanı sıra, günlüğün Frank’ın ne yazmak isteyip istemediğiyle, babası Otto Frank’ın metinden neyi çıkarıp çıkarmadığı veya Philip Roth gibi yazarların “gerçek” Anne Frank’ın kim olduğuyla ilgili tasavvurlarının tartışmalara neden olmaya devam etmesidir.3 Öyle ki, bugün Hatıra Defteri’nin okullarda çocuklara İkinci Dünya Savaşı ve Holokost’a giriş metni gibi verilmesinin veya herkesin kendine göre bir Anne Frank imgesi oluşturmasının üzerinde Frances Goodrich ve Albert Hackett’ın 1956 Pulitzer ödüllü sahne uyarlamasının rolü yadsınamaz. “The American History of Anne Frank’s Diary” [Anne Frank’ın Hatıra Defterinin Amerikan Tarihi] adlı makalesinde Judith E. Doneson hatıra defterinin sahneye ve senaryoya uyarlanırken Soğuk Savaş bağlamında “fazla Yahudi” ve “etnik” öğelerinden arındırılarak Amerikalı izleyici için nasıl daha anlaşılır ve daha “evrensel” hale getirildiğiyle ilgili ilginç noktalara değiniyor. Buna göre, Otto Frank’ın da isteği üzerine, oyunda Anne’nin ergenlik gelgitlerinin, anne-kız ilişkisindeki zorlanmaların ve Peter van Pels’le olan duygusal ilişkisinin öne çıkarılarak metnin gençler, öğretmenler ve anne-babalar için cazip hale getirilmesi öngörülmüştü. Goodrich ve Hackett’ın Otto Frank’a yazdıkları mektupta da görüldüğü gibi, “seyircinin büyük bir kısmı Yahudi olmadığı için”, oyunun amacı seyircinin olayla “özdeşleşebilmesi”, “bu ben de olabilirim” diyebilmesidir.4
Oyunun yakaladığı olağanüstü başarı üzerine, sinema uyarlamasında Goodrich ve Hackett hatıra defterini “evrenselleştirmeye” devam ederler. Holokost ve Yahudi deneyimini tamamen ortadan kaldırmak mümkün değilse de birçok öğeyi görünmez kılarak daha iyimser bir atmosferde ısrar ederler. Keza Hatıra Defteri kamplardaki dehşeti ve yaşantıyı betimlemediğinden, böyle bir değişime müsait bir metindir. Bu uyarlamanın amaçladığı türden bir özdeşleşme ve “evrenselleştirme”, hayatında “zorlukla karşılaşmış herkes Franklar ve Avrupalı Yahudilerin yaşadığı zulümle özdeşleşebilir”5 ve bu deneyimi kendine mal edebilir demektir. Seyirci veya okuyucu nasılsa Nazilerin ırkçı nefretini ve soykırımcı iradenin meydana getirdiklerini anlamayacağından, onları bu olayı yine de kavramayı denemeye ve Yahudilerin ve Yahudi olmayanların deneyimlerinin arasındaki o devasa gediğin üzerinden köprü kurmaya çabalamaya itmez. Bunun yerine, Holokost’un gerçekliği sıradanlaştırılır, basitleştirilir.
Anne Frank’ı yeniden bulmak
Anne Frank’ı, hatıra defterinin kendisinden yola çıkarak ve metnin farklı basımlarının, ona eklenenlerin, ondan çıkarılanların, türlü çevirilerinin ve uyarlamalarının yol açtığı yanlış okumaların farkında olarak okuyorum. Frank ona sembolik bir anlam yüklemeden, deneyimi ve ifadesinin özgünlüğünün ışığında ele alınınca, Gizli Bölme’de yaşadığı süre boyunca dışarıya ve dışarıda yaşananlara istinaden kendi pozisyonunun kırılganlığının farkında bir genç yazar olarak çıkıyor karşımıza. Ölümün gölgesi her an üzerinde, korkuya rağmen, korkularına ses vererek, gözlem gücünü etik bir dünya görüşüyle harmanlama ve Holokost’un “akıldışılığı” karşısında kendini gerçekleştirebilme çabasını görüyoruz hatıra defterinde. Olma, gelişme, evrilme sürecindeki bir genç kadını okuyoruz.
Anne Frank, Gizli Bölme’de gözlerini dışarıdaki gerçeklerden öteye çevirmiyor. Sokaktaki çocukların sefaletini görerek savaşın günlük yaşantı üzerindeki etkisini düşünürken, Rachel Feldhay Brenner’ın ifade ettiği gibi, Holokost’un “olasılıksız olasılığının”6 da bilincinde:
Yahudi dostlarımızı beşer onar götürüyorlarmış. Gestapo’nun elinde görmedikleri hakaret kalmıyormuş, yükleyip öküz arabalarına, Drente’deki büyük Yahudi kampı Westerbork’a yolluyorlarmış (…) Öldürüyorlar onları herhalde. İngiliz radyosu zehirli gazla öldürüldüklerini söyledi. En kestirme ölüm bu belki. Kafam yerinde değil hiç. (Anne Frank’ın Hatıra Defteri, çev. Can Yücel, İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, s. 41.)
Çaresizlik ve benzer farkındalık anlarında sıkça “aklının başından gittiğini” dile getirmesi, Anne’nin dışarıdaki olaylara göre kendini konumlandırma ve korkusunu anlamlandırma çabası olarak da okunabilir aynı zamanda. Diğer Yahudilere kıyasla daha güvenli bir yerde olmalarına rağmen, her an alıp götürülebilecekleri gerçeğinin karşısında hissettiği korkuyu eşelemekten, kendi ifadesiyle “ruh çöküntülerini” sorgulamaktan çekinmez. “Geceleri yatakta, bir zindandaymışım gibi geliyor […] Kimi sokaklarda dolaşıyorum, kimi bizim Gizli Bölme’yi tutuşmuş görüyorum düşümde,”7 gibi duyduğu korkuyu dışa vurduğu ifadelerinin yanında, sıklıkla karşımıza çıkan “daha sağlam karakterli bir çocuk olmak istiyorum”8 veya “bu dünyada, gene bu dünyanın insanları için çalışacağım. Bunun için de her şeyden önce yürekli, güler yüzlü olmam gerektiğini biliyorum”9 gibi geleceğe dönük ve olumlayıcı cümleleri, ölümün yakınlığı ve bulunduğu konumun kırılganlığına rağmen kendini gerçekleştirebilme isteği ve cesaretini gözler önüne seriyor.
Anne için birçok “rağmen”e karşı yazmak, defterin sonuna doğru da gördüğümüz gibi onun dünya görüşüyle ve kendini bu dünyada nasıl konumlandırmak istediğiyle ilgili yarattığı idealle de örtüşmeye başlar. Savaşın ve gündelik yaşamın gittikçe belirsizleşen durumu içerisinde, 28 Mart 1944’te sürgündeki Hollanda hükümetinden Gerrit Bolkestein’ın Londra radyosundan yaptığı çağrının, hatıra defterleri ve mektupların savaştan sonra koleksiyon düzenlemek için toplanacağı bilgisinin üzerine, Anne’nin hatıra defterini yayımlanabilecek bir metin haline getirebileceği düşüncesi, yazmayı onun için ahlaki içerimleri olan, kendi benliğini olumlayan bir eylem haline getirir. Artık sadece kendisi için yazmaz, yazdıkları yaşadıklarının ve tanıklığının belgesi haline gelir. Anne kitaplar ve gazeteler için yazma, gazeteci olma isteğini sıklıkla dile getirmeye başlar, yazarken, düşüncelerini, hayallerini ve yaşadıklarını gözünün önüne getirirken10 kelimelerinin etkisine, bir şeylerin “başka türlü söylenip söylenemeyeceğine”11 dair de bir farkındalık geliştirir. Anne, yazma eylemini bulunduğu olağanüstü durum içerisinde çaresizliğe karşı verdiği bir mücadele, bir haysiyet meselesi olarak nitelendirdiğinden, bu onun ideali, olmak istediği “iyiyi” kurgulayabileceği bir alan haline gelir. Nitekim, sıkça bağlamının dışında alıntılanarak Auschwitz’i ve soykırım suçunu akladığı gibi eleştirilere neden olan “ülkülerime bağlı kalıyorum, çünkü kim ne derse desin, insanların aslında iyi olduklarına inanıyorum”12 cümlesi, paragrafı ve hatıra defterinin tamamı içerisinde tekrar okunduğunda, Anne’nin inandığı “iyilik”, bilinmezliğin ve ölümün gölgesinde yazmaya devam eden on dört yaşındaki bir kızın hikâyesinin dahi anlatılmaya ve kaydedilmeye değer olduğuna duyduğu inançta cisimleşmekle beraber, bunun her türlü kimliği ve benliği silen, bir artı bir artı biri bir potada altı milyona eritmekten çekinmeyen zihniyete karşı verdiği mücadelede yattığı görülür.
Anne Frank’ın evrenselleştirilmiş, idealize edilmiş ve ölümsüzleştirilmiş imgesinde onun Bergen-Belsen’deki son günlerinin, açlık ve hastalıktan kırıldıktan sonra bedeninin diğerleriyle beraber kocaman bir çukura atıldığı gerçeğinin yeri yoktur.13 Halbuki, hatıra defteri ve yazarlığını Anne Frank’ın akıbeti ışığında okumak, bizleri, özellikle onun hikâyesiyle büyümüş, yazan, çizen ve farklı dayanışma, bağ kurma ve mücadele yöntemleri arayan insanları, Holokost’un mirasını yeniden, yeniden ve yeniden düşünmeye davet ediyor. Anne’nin büyüme sancılarıyla, iyilik ve adalet inancıyla özdeşleşmek zor değil. Adaletsizliğe, ırkçılığa karşı dururken, dayanışırken “Hepimiz Anne Frank’ız!” demek de. Ama kelimelere dikkat etmek gerekiyor. Hepimiz Anne Frank değiliz, olamayız da. Burada zor olan, Anne Frank’ı okumaya ve anlamaya çalışırken onun deneyiminin, onun gerçekliğinin ağırlığıyla bütünleşemeyeceğimizi, onunla özdeşleşemeyeceğimizi fark etmek. Buna rağmen, onu tamamıyla anlayamayacağımızı bile bile onun yanında durabilmek. Farklı hak ve adalet mücadeleleri arasında bağlar kurarken onunkini ve benzer deneyimleri kendimize mal ederek değil, onun yanında, onunla beraber yazmaya, konuşmaya cesaret etmeye devam ederek.
- Theresienstadt gettosu Nazilerin göz boyama stratejisinin bir parçası olarak kullanıldığından diğer kamplara kıyasla burada daha farklı bir kültürel yaşantının seyrettiği söylenebilir. Dini ibadete izin veriliyor, gettodaki çocuklar eğitim görmeye devam edebiliyordu. Theresienstadt için dönüm noktalarından biri 1944’te uluslararası Kızıl Haç heyetinin ziyaretiydi. Ziyaretten aylar önce getto ve kampta “güzelleştirme” çalışmaları başladı, kalabalığı azaltmak için özellikle yaşlılar, hastalar ve engelliler olmak üzere yaklaşık 8 bin kişi Auschwitz’e gönderildi. Bu hazırlıklar içerisinde kamptaki tutsaklardan olan, zamanının ünlü yönetmenlerinden Kurt Gerron’a bir propaganda filmi yazıp yönetmesi emredildi. Filmin ilk versiyonunun çekimi, ancak Kızıl Haç ziyaretinden sonra tamamlandı, Gerron ise kendi filmini izleyemeden ekim ayında Auschwitz’e gönderildi. Filmden bir kesit, United States Holocaust Memorial Museum’un sitesinden izlenebilir: https://collections.ushmm.org/search/catalog/irn1000172
- Anne Frank Hatıra Defteri’nde çöplerle beraber kazara sobaya atarak yaktığı dolmakalemi için “Dolmakalemim İçin Ağıt” başlıklı kısa bir parça yazar. Frank’ın bu anı öne çıkarması, metnin içinde sembolik bir yer teşkil ediyor kanımca.
- Hyman Aaron Enzer ve Sandra Solotaroff Enzer, Anne Frank: Reflections on Her Life and Legacy’e giriş (University of Chicago Press, 2000) s. 2-3. Bu çalışma, Anne Frank’in hayatı ve hatıra defterinin mirasına çok kapsamlı bir bakış açısı sunuyor.
- Judith E. Doneson, “The American History of Anne Frank’s Diary”, Anne Frank: Reflections on Her Life and Legacy içinde (University of Chicago Press, 2000) s. 123-137 (129).
- s. 130.
- Rachel Feldhay Brenner, “Writing Herself Against History: Anne Frank’s Self-Portrait as a Young Artist”, Anne Frank: Reflections on Her Life and Legacy içinde (University of Chicago Press, 2000) s.86-93 (88).
- s. 121.
- s. 69
- s. 217.
- s. 205.
- s. 267.
- s. 270.
- Alvin H. Rosenfeld, “Anne Frank – and Us: Finding the Right Words”, Anne Frank: Reflections on Her Life and Legacy içinde (University of Chicago Press, 2000) s. 206-213 (207).