Figen Şakacı ile söyleşi

“Edebiyat dilde ışır, kurguda parlar, hikâyede kanlanıp canlanır”

Yesayan Salonu’nun her ay gerçekleşen etkinlik serisi Edebiyat Patikaları'nda Melike Koçak ve Alara Çakmakçı, yazar Figen Şakacı’yı ağırladı. Yazarın İletişim tarafından yayımlanan, Bitirgen’le başlayıp Pala Hayriye’yle devam eden, Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı’yla noktalanan roman üçlemesi ve son çıkan öykü kitabı Kesekli Tarla’nın konuşulduğu bu sohbet, aynı zamanda Figen Şakacı’nın edebiyatı ve yazarlığına da derinlemesine bir bakış sunuyor. Burada söyleşinin özet metnini yayımlıyoruz.

“Edebiyat dilde ışır, kurguda parlar, hikâyede kanlanıp canlanır”

Sohbetin tamamını Yesayan Salonu Youtube kanalında izleyebilirsiniz.

Melike Koçak: Geçen yıl pandemi sebebiyle kapanmamız hemen hemen bu tarihlerdeydi. Edebiyat pek çoğumuz, evde kalabilme imkânına sahip olan, dışarıda çalışsa bile evde soluklanma imkânı bulabilenler için bir şifalanma aracı oldu. Çok güzel kitaplar yayımlandı bu yıl içerisinde. Kimilerimiz eski okumalarımıza geri döndük. Kimilerimiz dünya edebiyatlarından, Türkçe edebiyattan alıp da beklettiklerimize baktık. Bu süreçte Kesekli Tarla da aslında Figen Şakacı’nın üçlemesinden sonra gelen, pandemi döneminde yayımlanan ilk öykü kitabı. Biz de Edebiyat Patikaları’nda Hayriye’den başlayıp Kesekli’ye gelen süreci konuşacağız.

Alara Çakmakçı: Büyümenin büyülü ve buhranlı bir şey olduğundan bahsediyorsun Figen. Eğer bu bir büyüme hikâyesiyse, bunu nereden almalıyız? Bu üçlemede, romanların hepsinde ana aksta gelişen bir hikâye var. Hayriye’miz var; genç bir kadın oluyor, sonra yaş alıyor, kendi deyimiyle “yaşlı yazar Hayriye”ye dönüşüyor, fakat bütün bunların arkasında gelişen yoğun bir kültürel, siyasal, toplumsal bir arka plan var. 1980 Askeri Darbesi’ni ve onun etkilerini Bitirgen’in gözünden görüyoruz, bir çocuğun gözünden okuyoruz. Daha sonra Pala Hayriye’de 1990’lardaki sol, sosyalist örgütlenmeleri, feminist mücadeleyi, faili meçhulleri bu kez genç Hayriye’nin gözünden okuyoruz. Bütün bunları, bir nostalji tuzağına düşmeden ya da romantizme kaçmadan anlatıyorsun. Bitirgen’in sonundaki mektuplarda şöyle diyorsun mesela: “Saati bugüne ayarlamak”. Sanki geriye dönüşle değil, o andaymış gibi anlatmak, orada var etmek, hikâyeyi oradan gerçekleştirmek gibi. Çok ufak bir alıntı yapacağım, bu da Kesekli Tarla’dan, “Ben Hangi Kutunun İçinde Gizlidir?”den:

Belleği harekete geçiren her şey canlıdır ve bugündedir. O “her şey”, hatırayı, hatıra hafızayı uyarır ve geçmişi getirip burnumuzun ucuna koyar. Demek ki geçmiş artık şimdidir. (Kesekli Tarla, s.41)

Sorumuz şu: Toplumsal olanı, toplumsal belleği yazınında kullanma biçimine nasıl karar verdin? Edebiyatında bu az önce bahsettiğim ince ayarı, nostaljiye ya da romantikliğe kapılmadan toplumsal belleği harekete geçirmeyi, bu biçimsel tercihi nereden kurdun? Daha genel anlamıyla toplumsal bellek senin edebiyatında nereye düşüyor?

FŞ: Aslında tam göbeğinde. Hâlâ izlerini çok derinden yaşadığımız, hatta ağırlığı altında ezildiğimiz bir milat olarak 1980’de bize ne oldu? Hep seksenlerdeki şiirden, seksenlerin romana olan etkilerinden bahsedilir. Ben de bunları okuyarak büyüdüm. Önceliği dile verdim. Eğer seksenlere dair bir şey anlatacaksam, bunu kendi kuşağımın bir sesi olarak, bir büyüme hikâyesinin içinde anlatmak istedim. Burada benim için önemli olan o çocuksu şaşkınlığı korumak, kollamak ve muhafaza etmekti. O kadar çok arşiv taradım, tekrar hafızayı tazeledim. 80’de ben de dokuz, on yaşlarındaydım. Ailem de politik bir damardan gelmediği için başımıza ne geldiğini bilmiyordum ve kimse de bana anlatmadı. Ben bu çocuk aklı ve dilini bir şekilde gerçekçi, etli, kanlı canlı hâle getirebilirsem bu kızı büyütebilirim, diye düşündüm. Fona toplumsal olanı yerleştireyim ama tam ortasına, göbeğine de küçücük, bıçkın bir kız çocuğu koyayım, dedim. Bitirgen’in nasıl büyüyeceğine dair bir sezgim vardı. Kafasına vurup ekmeğinin alınmayacağı, bitirim bir çocuk olacağı kesindi. O çocuğu biliyordum, görüyordum, hatta tanıyordum.

Tabii ki miras aldığımız bir edebiyat tarihi var, örnekler var. Sevgili Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ündeki Dirmit var mesela. Dönemler ayrı olmasına rağmen aslına bakarsanız orta sınıf ailelerde çok fazla şeyin değişmediğini görüyorum, fark ediyorum, biliyorum. Aslında başımıza hep aynı şeyler geliyormuş gibi. Sadece bunu dillendiriş biçimimiz, otobiyografik ögeler de dahil olmak üzere, yapıtlaştırma, estetize etme, kurgulama, anlatma biçimimiz değişiyor ve bu birbirine eklene eklene sonunda bir cümleye varıyor. Dirmit nasıl büyüdü? Bitirgen nasıl büyüdü? Bir kız çocuğunun sorduğu sorulara kimsenin verecek cevabı yok muydu? “Niye öldürüyorlar benim ablamı? Niye askerler bunu yapıyor?” Bu soru, hâlâ yetişkinlerin dahi bir çırpıda cevap veremeyeceği sorulardan biri.

Önceliği toplumsal olana verdim ama biraz kendimi zora sokmayı, yokuşa sürmeyi seviyorum galiba. Nasıl anlatacaktım, o dili nasıl kuracaktım? Hiçbir yazar sesi çıkarmadan, ikide bir araya girip enformatik bilgiler sıkıştırmadan ya da bilmiş bilmiş konuşmadan o çocuğun dünyasında ve dilinde anlatılanlar nasıl duracaktı? Beş sene bununla uğraştım. Nasıl bir karar verdiğimi aslında yaza yaza görmüş oldum. Kolay bir şey değilmiş. Onunla olan yolculuğum bayağı uzun sürdü.

MK: Bu toplumsal belleği kurmacaya taşımayı, toplumsal ve siyasal arka planı kişisel olanla iç içe geçirmeyi, kişisel olanın politik olmasını, politik olanın da kişisel olmasıhı; oradaki iç içeliği hem üç romanda hem de Kesekli Tarla’ya baktığımızda görebiliyoruz. Ama romanlar birbirini takip ettiği için, onlarda belki dönemlerin izini de sürebiliyoruz. Metin Göktepe’nin öldürülmesinden Cumartesi Anneleri’ne, feminist örgütlenme ve kentteki değişim-dönüşüm süreçlerini, oradaki hayatlar ve mekânların değişimini görebiliyoruz. Fakat bunlara bakarken senin şöyle bir yaklaşımın var sanki: Bir yandan devletin değişmeyen tavrını ve şiddetini gösteriyorsun, diğer yandan da içeriye yönelik bir eleştiri, eleştirel bir bakış sunuyorsun. Bu özellikle Pala Hayriye’de epeyce öne çıkıyor. Ayrıca direnenler, bir direnişi örme, yan yana gelme var. O direnişin örülme sürecinde “solcu abilere”, sol ya da feminist örgütlenmede alınan yollara eleştirel bakış var. Buralar evden kaçan, büyümeye çalışan, kendi bedenini ve benliğini kurmaya çalışan bir kadın için ne bir sığınak veya körü körüne tutunulan dal oluyor, ne de bunların bir güzellemesi yapılıyor, çünkü Hayriye sürekli bunları sorguluyor. Buradaki bakış, yazar ve biçim tercihi. Bu ipi hiç bırakmadığını görüyoruz. Bu nasıl bir tercih? Yazar olarak kurmaca içi bir tercih mi, yoksa politik-ideolojik mi?

: Galiba politik bir tercih. Pala Hayriye’deki o eleştirel dil yazar müdahalesi midir, yoksa Hayriye’nin meşrebi midir, buna tabii ki okurlar ya da sizin gibi didik didik metin inceleyenler karar verecek. Ama benimki politik bir tercih. Pala Hayriye, “hamım ben” diye başlar. Ham olanı, olgunluğa meyletmeyen bir hamlıktan başlatmayı bir tercih olarak kitaba koymamın sebebi şudur: Biz büyürken, tıpkı Bitirgen’de olduğu gibi Hayriye’de ne oluyor? Benlik dediğiniz şey, dışarıdan ve içeriden kültürel, toplumsal, siyasal ve ruhsal etkilerle oluştuğu için, bir yandan kendilik inşa ederken bir yandan da bunu yıkan, yeniden yapan Hayriye, önüne taş koyup ona çelme takan erkek dünyasında boşuna Pala Hayriye olmuyor. Bir yandan onlardan kabul görüp bıçkınlaşan, tıpkı Bitirgen gibi bir kadın, bir yandan da “burada bir saçmalık var, burada yerini yadırgayan bir Hayriye var” deyip dünyada kendine yer arayan bir kadın karakter var. Bu haliyle baktığınız zaman Pala Hayriye bir kahraman mıdır? Olmamasına çok uğraştım. Umarım değildir. Bütün o eleştirel kaş kalkmaları, bilirkişilikleri de kendi yazınsal dilimde ya da hikâyenin gidişatında çok ortaya sermediğimi düşünüyorum.

Elbette 90’ları anlatırken bir gazeteci karakterin Metin Göktepe’yi anlatmaması, o olayın içinde olmaması düşünülemezdi. Tabii ki 80’ler gibi 90’ları da karıştırıp hangisi Pala Hayriye’nin hayatında ve bu romanın içinde olmalı diye baktığımda belli başlı ve çok yakıcı kırılma noktalarını seçtim. Cumartesi Anneleri de bunlardan biri ve görüyorsunuz hâlâ sayamadığımız haftalar, yıllar boyunca orada duruyorlar ve yerlerinden kalkmadılar. Böyle olunca, Hayriye’nin gazeteciliği bırakıp yazarlığa dönmesi aynı zamanda tabii ki içinde bulunduğu medyanın bütün o erkek örgütlenme biçimine dair de bir şey söylüyor. Önce anlamaya çalışıyor. Çamur atmak ya da “Aa, burayı beğenmedim,” diyebileceği bir şey yok, çünkü baba evinden çıkıyor ve örgütlü bir düzenin içine giriyor. Bir önceki yetişkin diline kendini hazırlayıp anlamaya, anlamlandırmaya çalışırken bu sefer başka bir terminolojiyle karşılaşıyor. Benim için yine burada bir dil oyunu, dil denemesi, o dünyanın içinde eğreti durmayacak, hatta tam tersi cuk oturacak, dönemin tarihsel ve kültürel kodlarıyla tam anlamıyla birebir gidecek bir şey vardı. O yüzden kurgu oyunlarına, teknik beceriye fazla dikkat etmek istemedim. Çünkü Metin Göktepe’de şaşırdı birçok insan. Birden, çat diye Metin ile karşılaştı.

MK: Sen bir yazar olarak dilin peşindesin ama romandaki karakter de kadın olarak bir dilin peşinde. “Ben” olarak kendi dilinin peşinde, edebiyat dünyasında bir dil kurma ve kendi dilini kurma çabasında, gazetecilikte de öyle, patriyarkanın içerisinde de. Tabii ki çok çarpıcı olanlardan, kolay kolay konuşmadığımız meselelerden biri, hem kadın dünyası hem de örgütlü feminist kadın dünyası içinde kendi dilinin peşinde olması. Dil arayışı yazarlığının merkezde duruyor galiba.

: Evet. Bütün içtenliğimle söyleyeyim, benim için edebiyat budur. Okur olarak tercihimi böyle yapıyorum. Benim için edebiyat dilde ışır, kurguda parlar ve hikâyeyle de kanlanır, canlanır. Edebiyatın kurucu unsurları, benim için bu üçlü sacayağı üstündedir. Elbette ki neyi nasıl anlatacağımızın kararını birtakım buluşlarla, dönemsel tercihlerimizle yapıyoruz ama dili ışımayan ve çok anlatan bir yazar olmak istemiyorum ben. Geveze olmak istemiyorum. Çok karamsar, karanlık olmak istemiyorum. Sürekli karanlığı seyreltmek için ve o işin hazzıyla ilişkilendirdiğim bir dil arayışım var. Yazarken dilde çok fazla tekrar görürsem “Dur Figen, başka bir şeye geç,” derim. O yüzden iki öykü kitabı çıkaracakken hepsini bir kitaba tıktım, yirmi iki tane öyküyü koydum, çünkü hepsi farklı dönemlerde yazılmıştı. Her bir dil üzerinde de çalıştım: Erkek dili, çocuk dili, erkek çocuk dili, esnaf dili… Karakterleri biz yazarlar parmağımızda oynatırız ama o karakterler de gerçekçi olduğunda iplerini kesiverirler ve kendi dillerinden konuşurlar. Her karaktere kendi düşüncemi öğretip kendi düşüncemi aradan çıkaramam. Onu yaparsam sadece yazar olarak değil, okur olarak da mesafelenirim. Basın sözcüsü değil benim karakterlerim. Eline dilekçe tutuşturarak okula ya da okura göndermiyorum. Onları iyi tanımam gerekir. Onları iyi tanımak, bilmek istiyorum.

: Hem Kesekli Tarla’da hem de üçlemede birçok ev görüyoruz ve birçok evden çıkış, kaçış ya da dönüşe tanık oluyoruz. Bu evden kaçış ya da çıkış aynı zamanda o dili de soyunmak anlamına geliyor. Başka bir dil denemek, onu bırakıp başkasını denemek, başkasını kurmak gibi. Fakat her seferinde değişse, dönüşse de dil temelde anne dili, yani kendini hissettiren annenin dili. Hem Kesekli Tarla’daki karakterler hem Hayriye her seferinde dilini buradan kuruyor. Hayriye, “Bilgeç, piç, anaç, asi, hem erkek hem dişi dilini ödünç bıraktığın yerden devam ettirmek istiyorum,” diyor annesine yazdığı mektupta. Bir arada düşündüğümüzde, ev ve anadili senin için ne anlam ifade ediyor?

MK: Ben de evle ilgili olarak Bitirgen’deki bir şeyi hatırlatmak istiyorum. Bitirgen’in uydurduğu dil Dümütyence çok kritik bence. Daha ilk kitapta bir çocuk kendisine verilen dilin ve dünyanın dışına çıkarak bir dünya yaratıp o dünyaya girişin kurallarını yazar. Feminist Bir Yaşam Sürmek’te Sara Ahmed, “Yol bulamıyorsak icat ederiz,” der. Evde sıkışıyorsak evden kaçarız. Kurabilirsek kurarız, kuramazsak kuramayız. İğreti olarak bir eve girebiliriz, yamanabiliriz ama yerleşemeyiz. Bir dil yoksa onu da yaratırız. Onu yaratırken de anne dilinden, anneden aldığımız dilden beslenmek, yani anneden hem kaçıp kurtulmak, o göbek bağını kesmek isterken özgürleşme, kendini bulma, kendine bir dil yaratma çabası var.

: Tabii ki bunu gözden kaçıracağınızı hiç beklemiyordum. Ev çok kafa yorduğum bir şey; yazmadan önceki okumalarıma Mekânın Poetikası’nı katmış ve hatmederek evi anlamaya ve evi anlamlandırmaya çalışmıştım. Mekânın poetikasındansa, mekânın politikasından konuşacak bir zamandayız. Neden babaları sürekli hastalıklı yapıyorum, anneyi daha dominant yapıyorum diye düşündüğümde, aslında her şeyi çok bilinçli bir şekilde yapmadığımı görüyorum. Her şeyi bilerek yazsam, yazmanın kendisi çok sıkıcı bir hâl alır. Kendi kendimin kâtibesi olurum. İçine doğduğumuz ve ataerkiyi temsil eden o evi, o evdeki meseleyi kıramadığınız zaman, babaya itaati bırakıp başka bir dünyaya açılırken zaten evden aldığınız sizinle birlikte geliyor. Mesela Deniz Feneri’nde Virginia Woolf’ta da öyle. Anne dili, anneden kurtulmak, anne yası meselesi de hep buradan beslenir biliyorsunuz. Dolayısıyla Bitirgen’de ve daha bir sürü hikâyede babadan çok anne baskındır. Yani babadan mı, yoksa annesine benzemekten mi kurtulmaya çalışıyor? Hayriye’de de aynısını görüyoruz. Her şeyi bilinçsizce de yapmadım elbette, yani Bitirgen’de Dümütyenceyi oraya koymamın sebebi, bu yazma işine devam etmek istiyorsam, ömrümü yazarak yaşamaya vakfedeceksem ve eğer bir kanon da varsa, o kanonun hep Dümütyence konuşanı olmayı istemem. Bitirgen’i yazmadan önce annem hayattayken de hep bir “anne defterim” vardı. Onun dilini dolaşıma sokmak istiyordum. Dilin kendi içindeki o kefir gibi üreyen, o elverişli, lezzetli kısmını, o piç, o fırlama, bıçkın dilini Hayriye’nin, Bitirgen’in ağzına oturtmak için çok uğraşmak gerekiyordu. Bu da çalışarak oluyor elbette.

MK: Bilememe hâllerini sık gördüğümüz bir karakter Hayriye. Mesela Nurdan Gürbilek, Virginia Woolf üstüne bir yazısında, Woolf’un “kadınlık bölgesini” yeniden tanımlamak, aynı anda hem yazının hem kadınlığın tanımını değiştirmek için mi yazdığını sorar. Edebiyata baktığımızda aslında Hayriye’nin “hazır bulduğu” bir kadınlık bölgesi var. Sen de kadınlık bölgesini yeniden tanımlamak, aynı anda hem yazının hem kadınlığın tanımını değiştirmek için mi yazıyorsun?

: Yazıyı, dili ve kadınlığı dönüştürme, başka türlü bir kadınlığa sığınma hikâyesi benim de çok kafamı kurcalayan bir şeydi. O yüzden de en çıplak, en şapşal, en sakar, sarsak haliyle Hayriye’yi göstermekte beis görmedim. Bir kadın karakter yazayım ve bu kadın hep mağrur olsun, başına gelen her şeyden alnının akıyla çıksın, bütün dünyaya kafa tutsun ve ben de feministliğimi ispat edeyim değildi yapmak istediğim. Aksine, tam içeride ne oluyor? Hayriye’yi 18 yaşından alıp 40 yaşına getirdiğim için sanki bir tansiyon aleti tutuyordum elimde. Ne bileyim, bir erkekle ilk temasında nasıl davranır? Aşkı algılama, alımlama, yaşama yordamına nasıl ulaşır? Ya da ulaşacağım derken nasıl batırır? Onun düşe kalka yürümesini istedim. Öyle çok da süründürmediğimi umuyorum. Kalkıyor, silkeleniyor ve devam ediyor. Mesela Hayriye Hanım’da da yaşlılığın bedenimize, ruhumuza, zihnimize yaptıkları ne? Tabii sadece kadınlığımı, yazarlığımı dönüştürmekle bitmedi iş. Erkeklerin de bu toplumsallık içerisinde neye dönüştüğünü görmek, bilmek, anlamak istedim, çünkü en çok onlara karşı gardımızı alarak yaşıyoruz. O yüzden onları iyi tanımamız lazım. “Kırmızı Başlıklı Kız” masalıyla büyüyen kız çocuklarını kahkahadan, hoppalıktan uzak tutan ve men etmeye çalışan bir evden dışarı açıldığınız andan itibaren sadece kadınlığınızı değil bedeninizi de değiştiriyorsunuz. Zaten oralarda deliriyor ya bu erkek cumhuriyeti.

: Bu kadın dili ve edebiyatının aslında erkeklere bakması, oradan çözümler çıkarması gerekiyor. Ben de Kesekli’yi okurken babayı öldürmemenin yollarını aramanın, Pınar Selek’in de deyimiyle “sürüne sürüne erkek eden” o sistemi anlayabilmenin çok zor bir şey olduğunu düşündüm. Yazar olarak bunu yapabilmek de zor. Kesekli’de türlü türlü erkek karakterle karşılaşıyoruz. Bunları kurarkenki hissinin ne olduğunu ya da bu karakterin üzerine nasıl çalıştığını merak ediyoruz. Bu tercih nereden geldi, kendiliğinden olan bir şey miydi?

: Hayır, öyle kendiliğinden olmadı. Kız çocukları ve baba ilişkisini “İki Sabun Bi İlif” öyküsünde yazdıktan sonra “Peki Ömer’e ne oldu?” diye düşündüm. “Her çocuk hasarlıdır, çünkü bir anası babası vardır” deyimine çok inanırım. Ömer’in babayla ilişkisindeki geleceği, istikbali ne oldu, Ömer neye dönüştü, erkekliğiyle nasıl baş etti veya edemedi? Bir düzine erkek karakter varsa kitapta, bir o kadar da onlara çalışmışlığım var. Mesela Salih karakteri kadınları kurban olarak seçen, onların duygularıyla oynayan ve kendini sürekli haklı bulan, neredeyse öldürmeye teşebbüsü bile o narsistik yarılma ve hezeyan içerisinde meşrulaştıran biri. Ben o karakteri ancak onun diline ererek bu erkeği bu hale getiren ne olabilir, diye düşündüm. Sadece onu tespit ediyorum. Bunu didaktizmle, çokbilmişlikle değil de onun dünyasının içinden dillendirince o zaman dilde de dönüşümü görüyoruz. Bir kadın yazar illa kadınları yazar diye bir şey yok.

MK: Bu erkek meselesi üzerinde biraz duralım istiyorum. Kesekli Tarla’daki erkeklere baktığımızda başlı başına bir çalışma konusu çıkabileceğini görüyoruz. Bazı öykülere baktığımızda heteronormatif sistemin erkekler üzerinden kurulduğunu görebiliyoruz. Mesela öykülerde yalnız bedeniyle, penisle var olan erkekler var; o işlevini kaybettiği zaman bitiyor. İşiyle var olan erkek, işini kaybettiğinde bitiyor. Parayla var olan erkek, parayı kaybettiğinde bitiyor. Kesekli Tarla’daki öyküler kadın karakterlere odaklanan öyküler diyemeyiz. Toplumun erkeği nasıl erkek yaptığını, ataerkinin nasıl işlediğini ve o erkekliğin hangi araçlarla kurulduğunu ve o araçlar ellerinden alındığında gelen olamama, tutunamama ya da yetersizlik hissinin nasıl bir şiddet biçiminde, çeşitli rollerde karşımıza çıktığını bize gösteriyor. Burada yazar, tüm bunların sorumluluğunu alarak yazıyor. bell hooks Erkekler, Erkeklik ve Sevgi kitabında feminist düşüncenin, feminist yaşamın ve mücadelenin o erkeklik kriziyle de uğraşması gerektiğini söyler. Sen de kitapta bunu yapmışsın. Nereye ve nasıl bakmamız gerektiğini hatırlatan bir tavır aldığını düşündük.

: İkinizi dinleyince şunu fark ettim, yazar politik doğrucu olmak zorunda değildir. Elimizdeki insan malzemesinin ruhunu katman katman soymaya başladığın zaman orada iyi yanı da, kötü yanı da görüyorsun. Nereye baktığın ve neyi anlattığın bir denge meselesi olmakla beraber bir yandan da endişedir. Sürekli hep bir sonrakiyle, gelecekle derdimiz vardır bizim, öykü ise bizi bugüne, şimdiye mıhlar ve orada tutmaya çalışır. Önce bir ses gelir, bir görüntü gelir, zihinde bir dalga yaratır ve sonra bu dalga sözcüklere dönüşür. Ömer’i gördüğümde, onun o tezgâhın arkasındaki yalnızlığıyla ilgileniyorum aslında. Ona dünyayı da bu yalnızlık içerisinde kuruyorum. Bu kadınlar için de geçerli, yani bir karakteri hangi ev içinde tutuyorum, o evi nasıl döşüyorum, o eve kimler giriyor çıkıyor, anne nasıl, mutfak nasıl, koridor var mı, bunlarla çok ilgiliyim. Beni edebiyatla bu kadar haşır neşir tutan bence bu yaşadığım dünyadan ne zaman sıtkım sıyrılsa böyle yerlere kaçabilmek, Ömer’in, Aygün’ün evine gitmek. Aygün’ü yazarken de sınıfsal olanın illa acıklı tarafı gelmiyor. Aygün’ün neşesi, onun fantezi dünyası geliyor aklıma. Bu herhalde benim sadece öykülere değil, hayata bakışımda da var.

: Bir yandan da sürekli kendi yazdığı üzerine, kendi sesi üzerine düşünen bir yazar var karşımızda. Hayriye de ustasından bahsederken “eksiltilmemiş metin eksik metindir” diyor. Sürekli oynayan, eksilten, fazlalıklarını atan bir metin var. Hatta bir+bir’deki söyleşinde de “yazarken de yaşarken de efendimiz acemilik” diyorsun. Bu kadar farklı karakteri, bu kadar farklı derdi, farklı tarlaların keseklerini anlatabilmek için acemiliği efendi mi bellemek lazım?

: Ben kendimi öyle terbiye ediyorum gerçekten. Çünkü bir şey yazmaya oturduğum zaman ilk defa yazıyormuşum duygusu beni yazının içinde tutuyor. O endişe beni dürtüyor, o endişeyle bu dünyada daha az mesai, o dünyada daha fazla mesai yapıyor olabiliyorum. Bütün derdim onun dilini bulmak, o yüzden onu bulana kadar da yazmıyorum. Yazdığım şeyleri mutlaka teybe okur sonra dinlerim. Ben mi konuşuyorum, oradaki karakter mi konuşuyor yoksa ben bir şey söyleyeceğim de onu mu aradan çıkarmak istiyorum? Fazla gösteriş yapmışsam teybi kapatırım, onu da çöpe atarım. Çünkü zaten bir “prototip yazar yaşantısı”, geleneksel yazar tipi ancak eskiden mizah dergilerinde olurdu; eline pipo tutuşturur, kafasına şapka koyardın, o da zaten erkek yazar olurdu. Yazar deyince akıllarına kadın gelmediği için bir pipo yeterdi bir yazar tipini ortaya çıkarmaya. Dolayısıyla aslında yazar gibi yaşamak, yazar gibi konuşmak, yazar gibi davranmak diye bir şey yok, onlar yazıda da yaşantıda da poz. Ben o yüzden de belki şaşırmaktan şaşmayalım diyorum, çünkü hep bir yol arıyorsun, bir çıkış arıyorsun, bir dil arıyorsun, bir dünya kuruyorsun, yıkıyorsun, yeniden yapıyorsun. Bu kitaptaki hiçbir öykü bir seferde yazılıp bitmiyor ki. Onun mesaisi karşılıksız bir sevgi. O yüzden acemi olmazsam, bildiğime vehmetsem gerçekten iyi bir yazma yolculuğu, bundan sonraki yazacaklarım da keyifli olmazdı benim için.

MK: Bu pozlar çağında poz kesmeden var olmak çok zor. Sosyal medyada çeşitli personalar yaratıyoruz, daha sonra gündelik hayatımızda ve ilişkilerimizde onları olduğumuzu varsayıyoruz. Yazmak da öyle. Bir kitap çıkıyor, büyük beğeni alıyor, sen de edebiyat bunun neresine denk düşüyor diye kafa yoruyorsun.

: Bence de öyle. Çok palazlanmış bir okur var. Yazara her yerden ulaşıyor, haddini de bildiriyor, yorum da yapıyor, bu enseye tokat da oluyor, abartılı hayranlık da oluyor. Oradan hayırlı bir şey çıkacağını düşünmüyorum açıkçası. Avcılık ve toplayıcılıkla geçinmiyorum. Ben bütün varoluşumu, bütün dünyada kapladığım yeri karşıdan gelecek beğeniye bağlarsam, öldüm ağlayanım yok demektir. Ben buralarda soluklanamıyorum. Tabii ki okunmak istiyorum, yazarlık sadece seçim değil geçim haline gelsin istiyorum. Kim istemez? Ama orada kantarın topuzu bazen kaçıyor. Ahlakla da açıklayamıyorum, terbiye demeyi o yüzden daha çok seviyorum. Dil de de, yazma yordamında da bir terbiyem var, bir meşrebim var belki. Ona sadık kalmaya çalışıyorum.

: Başka hayatların içine girmek ve o hikâyeleri derlemekten bahsediyorsun ve bunu yapmanın bir zorunluluk gibi sende tezahür ettiğinden söz ediyorsun. Belli ki hatırlamak, anlatmak ve unutmamak senin de sürekli hissettiğin bir yük, bir sorumluluk. Kurmacayı yaratırken gerçek olanın vahşetini, sefaletini anlatmak nereye düşüyor, nasıl becerebiliyoruz bunu? Bugün yazmak, bu kof gerçekliğin içerisinde bunu anlatmak kurmacada nasıl mümkün?

: Edebiyat tarihi bunun örnekleri ve arayışlarıyla dolu. Ben artık ilişkilerde kimsenin kimseye güvenmediği, neredeyse herkesin bir kötülük gelecek diye tetikte beklediği bir şeyi anlatmak istiyordum. Bunu biliyordum, fakat bunu hangi teknikle yapacağımı bilmiyordum. İstediğiniz kadar büyülü gerçekçi yazın, bilinç akışı yazın, metne taklalar attırın, aslolarak söylediğiniz şey her okumada zenginleşmeli, her okur onu kendi muhayyilesinde başka başka yerlere taşımalı. “Sevgili Düşmanım” öyküsünde böyle bir şey var mesela, o oyuna kim nasıl katılır, çoklu karakterler hikâyede kendilerini nasıl temsil ederler – yazar olarak hafızayı böyle dönüştürebildim. Aynı şekilde otobiyografik olan da başka bir olayın içinden parlıyor. Aslında yazardan bağımsız olarak da bir kütüphanenin içinde, başka bir hafızayla yer alıyorsunuz. Sadece edebiyat da değil, psikolojik, felsefi, tarihi metinler, gördüğümüz bir resim, dinlediğimiz bir müzik bile yazıda bir yerde çıkıveriyor, çünkü siz onların toplamısınız. Figen olarak tek başıma oturmuyorum masaya. Bir sürü mirasla, kitapla, müzikle, resimle – hafıza hep bunlarla edebiyata dönüşüyor.

Editör: Ekin Kurtdarcan
Deşifre: Pırıl Temel, Tamar Kertiş, Milena Demirci



X
X