
21 Şub Dil Dersleri
Yazının İngilizcesini buradan okuyabilirsiniz.
Watertown’daki evimiz iki parsel üzerine inşa edilmişti, ön kapısı Walnut sokağına, arka kapısı Lincoln’e bakardı. Hayatımız Lincoln sokağında geçerdi, geniş arka bahçemizde babam sebze yetiştirir, büyükannem ise her yıl yeniden ektiği çiçekleriyle ve de uzun ömürlü bitkileriyle ilgilenirdi – leylaklar, bir altın çanağı, bir kartopu, iki çeşit ortanca ve üç çeşit gül. İki armut ve bir kayısı ağacıyla evin duvarlarından tırmanarak üst katın sundurmasının tepesine kadar yükselen bir asmamız da vardı.
Büyükannem bu sundurmadaki emaye kaplı masanın altında kocaman turşu kavanozları saklardı. Baharda, yazın ve sonbaharda şeffaf naylon örtülü kanepeye oturur bahçeyi ve komşuları gözlerdi. Arka bahçemizdeki tahta direklere gerili çamaşır ipinin yanı sıra büyükannem bezleri ve kıyafetleri asmak için sundurmaya bir ip daha çekmişti. İki-üç yaşlarındayken giydiğim bir elbiseden uydurduğu torbada tahta mandalları saklardı. Elbisenin eteğinin kenarlarını birleştirip birbirine dikmiş, ipinden tel bir askıya asmıştı.
Lincoln sokağında oturan ailelerin birçoğu Ermeni’ydi – Masoyanlar, Moushigianlar, Kazanjianlar, Kasparianlar, Kricorianlar, Mekjianlar ve Gayzagianlar. Büyükannem Ermeni olmayan aileleri soyadlarıyla değil milliyetleriyle anardı: Yunan, İrlandalı, İtalyan ve Portekizli. Etrafımızdaki evlerin çoğu tek bir ailenin yaşayacağı büyüklükteydi ama bizimkisi üç katlı, iki aileye uygun bir evdi. Babam ve üç kardeşi evin ikinci ve üçüncü katlarında büyümüştü. Ben çocukken o katlarda büyükannem ve babamın en küçük kardeşi yaşıyordu. Annem, babam, kız kardeşim ve ben en alt katta oturuyorduk.

1938’de çekilmiş bir fotoğraf
Birbirinden bağımsız iki dairede yaşayan ve resmen ayrı olan iki haneydik, hatta bodrumda iki ayrı çamaşır makinesi vardı, biri büyükannemindi diğeri annemin. Ama tek bir aileydik. Kardeşim ve ben sık sık yukarıda, büyükannemizin yanında olurduk – ya oturma odasında eski Shirley Temple filmlerini izler ya sundurmasında oturur karpuz yer ya da armut ağacının üzerinde ziyafet çeken arsız sincaba beyaz ceviz fırlatırdık. İkinci katta evin ön tarafına bakan bir sundurma daha vardı, sessiz olduğu ve ön bahçedeki devasa ladinin gölgesi düştüğü için bazen buradaki sedirde kestirir veya kitap okurdum.
Büyükannem kendi dairesindeki sandık odasının başında süpürgeyi yere vurur, babamı çağırırdı, “Eddie!” Babam da bizim dairemizdeki sandık odasının kapısını açar ve “Anne, ne oldu?” diye bağırırdı. Büyükannem “Kovayı sarkıtıyorum,” diye cevap verirdi. Kardeşim veya beni arka sundurmaya gönderdikleri sırada çamaşır ipine bağlı plastik bir kova yukarıdan aşağı inerdi. İçinde ya yeni yapılmış yoğurt ya bir sepet dolusu taze çörek ya da plastik bir poşete konmuş mantı olurdu.
Ailemiz, Watertown’daki Arlington sokağında bulunan Birleşik Kardeşler Ermeni Kilisesi’ne giderdi. Kilise, birçoğu soykırımdan sağ kalmış olan Kilikyalı Ermeniler tarafından 1938 yılında kurulmuş ve inşa edilmişti, kiliseye 1950’lerin başındaki emekliliğine kadar Rahip Vartan Bilezikian önderlik etmişti. 30’ların başında Watertown’daki Saint James Ermeni Apostolik Kilisesi’nin kurucularından biri olan dedem Levon (Leo) Kricorian daha sonra Protestanlığa geçmiş ve Kardeşler Kilisesi kurucuları arasında da yer almıştı.

Birleşik Kardeşler Ermeni Kilisesi
Dedem varken kilisenin sağında, önden ikinci sırada oturan bizler onun ölümü ve yerinde duramayan kız kardeşimin gelişiyle birlikte kilisenin soluna, arkadan ikinci sıraya taşındık. Yeni yerimizde Amiralianlar arkamızda, Haroutunianlar önümüzde, Bilezikianlar ise koridorun diğer tarafında oturuyordu.
Yedi yaşıma geldiğimde kilisenin ismi Watertown Evanjelik Kilisesi olarak değişmiş, Evanjelist Billy Graham’ı andıran Güneyli baptist Rahip Davis vaiz kürsüsünün hâkimi olmuştu. Biz kitaptan ilahiler okurken, siyah şapkaları ve beyaz topuzlarıyla en ön sırada oturan Ermeni dullar topluca minör tondan koroya katılıyordu.
İlkokulda yakın arkadaşlarımın çoğu Ermeni’ydi. Pazartesi ve çarşamba günleri öğleden sonra hep birden Saint James Kilisesi’ne bağlı kültür merkezindeki Ermenice derslerine gitmelerini gıptayla izlerdim. Büyükannem Ermeni okulunun parasını ödemeyi teklif etmişti ama Fransız-Kanadalı annem bu teklifi geri çevirmemi istediğini tek söz söylemeden açıkça belli etmişti. Bu, annemle büyükannem arasındaki iktidar kavgasında içten içe, üçüncü kişiler üzerinden girilen çarpışmalardan biriydi.
Annem, Ermeni kayınvalidesiyle aynı evde yaşamasına rağmen asla Ermenice öğrenmedi. Büyükannem ve babam sık sık aralarında Ermenice konuşurdu, daha doğrusu büyükannem Ermenice konuşur babam da ona İngilizce cevap verirdi. Aslında annemin, bu dil evinin, mahallesinin ve kilisesinin her yanından yükselirken tek kelime Ermenice bilmemesi dikkate değerdi. Geçenlerde ona neden hiçbir zaman Ermenice öğrenmediğini sordum ve bana “Onlar beni Ermeni olmadığım için kabul etmediler, ben de onların hakkımda neler söylediklerini bilmek istemedim,” dedi.
Babamın ilk öğrendiği dil Ermeniceydi, ama anasınıfına başladığında İngilizceden çok Türkçe konuşur olmuştu çünkü Türkçeden başka dil bilmeyen babaannesi onlarla yaşamaya başlamıştı. Annemin ilk dili Fransızcaydı, ama o da ilkokula başladığında Fransızca konuşmaktan utanmış, sekiz yaşında yetimhaneye gönderildikten sonra da neredeyse bu dili tamamen unutmuştu.
Ben az buçuk Ermenice bilirdim – daha doğrusu bir düzine cümle ve gelişigüzel bazı sözcükler bilirdim. Büyükannem ona kadar saymasını öğretmişti, ama bunun da ötesinde kulak dolgunluğuyla öğrenmiş olduğum belli başlı cümleler vardı. Her ne kadar dili bilmesem de büyükannemin verdiği emirleri anlıyordum – bir kaşık şeker uzat, kapıyı kapat, ışığı aç, al şunu, buraya gel, otur şuraya, orada kal, yürü, koş, acele et, yavaşla. Amcama mankafa dediğini de anlayabiliyordum. Amot sözcüğünün “ayıp” anlamına geldiği açıktı ve bana amot kezi dediğinde utanç verici bir halim olduğunu veya utanç verici bir şey yaptığımı bilirdim. Bunlar genellikle benim vardikim (külot) veya vorikim (popo) ve sık sık da bale ve tap dansı kıyafetlerimle ilgili ayıplardı. Ayrıca sık sık İngilizce olarak bana “Ayıbını ört,” derdi.
Ağır aksanlı, dilbilgisi hatalarıyla ve yanlış telaffuzlarla dolu bir İngilizcesi vardı ve ben bu hataları, özellikle de yanlış kullandığı erkek ve kadın şahıs zamirlerini aile dışından birilerinin duyması fikriyle yerin dibine geçerdim. Bir keresinde bana erkek zamirini kullanarak “Annen tembel bir kadın değil,” demişti. O zamanlar, bu cinsiyetli zamirlerden bu kadar zorlanıyor olmasından şüphelenmek hiç aklıma gelmemişti. Ayrıca “w” harfi bir sözcüğün başında geliyorsa onu “v” diye okur, “th” sesini “t” diye çıkarırdı.
Ermeni büyükannemi çok sevsem de olabildiğince iyi bir Amerikalı olmak ve kusursuz İngilizce konuşmak istiyordum. On yaşlarımdayken dileğim, ailesinin göçmen kökenlerini ilan etmeyen, basit ancak güçlü bir soyada sahip beyaz bir Hıristiyan-Anglosakson olmaktı. Bunun temelinde muhtemelen Ermeni okuluna gitmemek kadar annemin Ermeniliği reddedişi de vardı.
Beyrut’tan yeni gelmiş, aksanı ve birbiriyle uyumsuz kıyafetleri olan Ermeni çocuklardan uzak duruyordum. Bazı diğer çocuklar –özellikle de beyaz olduklarını nispeten yeni kabul ettirmiş olan İrlandalılar ve İtalyanlar– Ermeni çocuklara sataşır, onlara, F.O.B. gibi, küçük düşürücü lakaplar takarlardı. Ben F.O.B.’u bir küfrün kısaltması sanırdım ama sonradan öğrendim ki bu “fresh off the boat”1 demekmiş. Bir gün okul çıkışında otoparkta çocukların Dana adındaki şirret kızın etrafında itişip kakıştığını gördüm, Dana, o dönem için talihsiz sayılabilecek bir ismi olan, üstü başı dökük göçmen kız Pearlene’i tokatlıyordu.
Beşinci sınıftayken öğretmen herkese etnik kökenlerini temsil eden bir ev yemeği getirmesini söyledi. Şahane bir aşçı olan büyükannem bir tepsi kurabiye yaptı ve onları yağlı kâğıt kaplı teneke bir kutuya özenle dizdi. Elimde kurabiye kutusuyla okula doğru yürürken içimi gitgide büyüyen bir korku sardı. Bu kurabiyeler Ermeni sınıf arkadaşlarıma kesin sıradan gelecek, Ermeni olmayanlar da beslenme çantalarında getirdikleri Oreo’lar ve Chips Ahoy’ların yanında bunları yavan ve iğrenç bulacaktı. Kurabiyeyi okuldaki dolabıma bıraktım. Geri eve götüremeyeceğimin farkındaydım. Birkaç gün sonra da çöpe boşalttım.
Kenar mahallede yaşayan Howie adındaki İrlandalı çocuk bana “deve güdücü Armo” ile “halı dövücü Armo”2 dediğinde yaşadığım şoku hatırlıyorum. Howie, mükemmel İngilizcemden ve Jordan Marsh mağazasından itinayla seçtiğim kıyafetlerimden daha fazlası olduğunu bir şekilde görmüştü. Büyükannemin çat pat İngilizce konuştuğunu, babamın mezbahadaki işinden manşetlerinde kurumuş kan ve ayakkabısının tabanına sıkışmış kıyma parçaları ve talaşlarla döndüğünü doğaüstü bir güçle tahmin etmişti.
Ortaokulda Fransızca dersine yazıldım. Büyükannem tehcirden sonra yetimhanedeyken Fransızca öğrendiğini anlatmıştı. Bana “Comment allez-vous?”3 diye sorardı. Fransızca aynı zamanda annemin de ilk diliydi – New Hampshire’daki katranlı mukavva barakaya ayda bir yaptığımız ve annemin yatalak babasının anlamadığım bir dilde gürlediği, kuzenleriminse anneme “ma tount” diye hitap ettiği ziyaretler sırasında ben her ne kadar bu dilin ancak zerrelerini yakalayabilmiş olsam da, bu böyleydi.
Annemin Fransızcasıyla okulda öğrendiğimiz Fransızcanın birbiriyle alakası yoktu. O dönem Fransızca çok klas görülür, okulu ciddiye alan her öğrenci istisnasız bu dersi alırdı. Daha da klas olan bir şey varsa o da Fransızca sınıfıyla Boston’daki Newberry sokağında bulunan Du Barry Restaurant’a yaptığımız geziydi. Gezide insanların salyangoz, kurbağa bacağı ve tavşan yediklerini öğrenince dehşete kapılmıştım.
Watertown Lisesi’nde Bayan Yacoubian Ermenice dersleri verirdi ama benim seviyemdeki öğrenciler arasında bu dersi alan kimseyi tanımıyordum. Fransızca öğretmenim Mösyö Craig’le dostça bir ilişki kurmuştum, kendisi İkinci Dünya Savaşı sırasında bazı akıl sır ermez acılara göğüs gerdiğini ima ederdi, bir sakalı ve bir beresi vardı. O bana Jean Paul Sartre’ın kitaplarını verir, ben de bazen ders bittikten sonra sınıfta kalır ve birlikte Fransız varoluşçuluğunu konuşurduk. Bana “Biz ikimiz entelektüeliz,” derdi, anti-entelektüel ayak takımı olarak gördüğü ponpon kızları da ciddiye almazdı.
Watertown Lisesi’nden de, Amerikan futbolu maçlarından önce takıma moral olsun diye bizi zorla oditoryuma topladıkları günlerde okula kırmızı beyaz ponponlarıyla gelen şu ponpon kızlardan da kaçmak istiyordum. Eteğimin rezalet boyuna yan yan bakan kilisedeki yaşlı Ermeni kadınlardan bıkmıştım. Artık karşıma Karamazov Kardeşler’i okumuş insanlar çıksın istiyordum.
Üç saat uzağımızdaki üniversiteye başlamak için evden ayrıldığımda, kendime geniş fitilli kadife pantolonlar, yakası düğmeli gömlekler, Fair Isle desenli kazaklardan almış, bunun etkili bir kamuflaj olduğuna safça inanmıştım. Belki artık büyüdüğümden, belki bu şekilde kimseyi kandıramadığımı söyleyen Amerikalı zengin erkek arkadaşım yüzünden, veya belki de değişim programıyla gittiğim Toulouse’da bütün bir sömestrı pied noir4 bir ailenin yanında geçirdiğim için, üniversitenin ikinci yılında kendimi her zamankinden çok daha fazla Ermeni hissediyordum.
Edebiyatta anneler ve kızları konulu bir dersin sözlü tarih projesi için büyükannemle mülakat yaptım. Asmanın gölgesindeki arka sundurmada oturduk, bana tehcir ve katliamlar sırasında Mersin’den sürülen ailesinin neler yaşadığını anlattı. Detaylı olarak ilk kez aileden birine annesiyle babasının ölümünü ve kendisinin nasıl hayatta kaldığını anlatıyordu. Watertown Ermeni cemaatinin benim de büyürken soluduğum havasına, her ne kadar hiçbir zaman açıkça konuşulmamış olsa da, bu ailevi ve toplumsal travmanın dayandığı geçmiş karışmıştı. Şimdi, kafamın içinde bana bu hikâyeyi anlatan büyükannemin sesini duyuyorum. Bu hem bana bırakılan bir miras hem de ağır bir yük.
Yazarlık yüksek lisansı yapmaya gittiğim New York City’deki ilk yılımın sonunda büyükannem öldü. O yaz, en eski arkadaşı Alice Kharibian’la görüştüm. Bu iki arkadaş genç kızken Suriye çöllerinde, Resülayn’ın hemen dışındaki toplama kampında beraberlerdi. Alice, “Senin büyükannen şaşkının tekiydi. Herkesin yerine jarbig (becerikli, cevval) olmak bana düştü. Ben olmasam ne o ne de abisi hayatta kalırdı,” dedi. Şimdi kafamın içinde büyükannemin sesinin yanında Alice’in sesini de duyuyorum.
Sonbaharda üniversitede ilk Ermenice dersime kaydoldum. Ermenicede cinsiyete göre ayrılmayan üçüncü tekil şahıs zamirleri yüzünden büyükannemin aklının karıştığını işte o zaman anladım. Yeniden dört bir yanım Ermeniler ve Ermeniceyle çevriliydi, ama bu sefer kendi isteğimle. Büyükannem hakkında yazmaya başladım, onun ve kilisemizdeki diğer kadınların sesinden şiirler yazdım. Büyükannemin ölümünden birkaç ay sonra yazmaya başladığım düzyazı şiiri Sharon Olds’un atölyesinde yüksek sesle okuduğumu hatırlıyorum. Başlığı “The Angel”dı ve şöyle başlıyordu. “Büyükannem cennette. Bu cennette Türkler de, ufacık bikinili kadınlar da, armut ağaçlarında sincaplar da yok.”
Sonradan kurguya yöneldim ve ileride ilk romanım Zabelle’e evrilecek olan, birbiriyle bağlantılı öyküler yazmaya başladım. Bunlar soykırımdan sağ kalan ve evlenmek için Amerika’ya göç eden büyükannemin hayatının kurgulanmış bir anlatısıydı. Roman yayımlandıktan sonra ülke çapında bir kitap tanıtım turuna çıktım ve etkinliklere çok sayıda Ermeni katıldı. Zabelle Chahasbanian, birçoğunun anne ve ninelerinin yerine geçtiği için kitabım Ermeni cemaati arasında popülerdi.
Okumalardan sonra yapılan soru-cevap kısmında kimliğim her defasında konu oluyordu: “Saf Ermeni misiniz? Ermenice konuşuyor musunuz? Eşiniz Ermeni mi? Çörek yapmasını biliyor musunuz?” Hayatımda ilk kez yeteri kadar Ermeni olmadığım hissettiriliyordu bana. Bir etkinlikte adamın biri ayağa kalktı ve foyamı ortaya çıkarmak istercesine “Siz Ermeni değilsiniz. Siz, para kazanmak için büyükannesinin hikâyesinden faydalanan Amerikalı bir yazarsınız,” dedi. Ben de, “Bu kitabı yazmak için harcadığım saatleri toplayıp aldığım avansa böldüğünüzde asgari ücretten daha az kazandığımı göreceksiniz. Para kazanmak isteseydim porno yazardım,” diye cevap verdim. Dediklerinin saçmalığı ortadaydı ama yine de canım yanmıştı çünkü büyükannemi hayal kırıklığına uğratmış olmaktan utanç duyuyordum. İyi bir Ermeni kızı olamamıştım, Ermeni çocuklar doğurmamıştım ve aslına bakarsak bir tür melezdim. Doğru dürüst Ermenice konuşuyor olsaydım diğer kusurlarım bağışlanabilirdi.
Yıllar içinde Ermenice öğrenmeye devam ettim, önce Kilikya Katolikosluğu’na bağlı olan episkoposlukta, arkasından Eçmiadzin’e bağlı olanında, en sonunda da sırayla üç mükemmel hocadan özel ders aldım. Alfabeyi öğrendim, birinci sınıf okuma düzeyine eriştim ve şimdiki zamanda basit paragraflar yazabilir oldum. Daha sıkı çalışmam gerekirdi. Venedik ya da Kudüs ya da Beyrut’taki yoğun dil programlarına katılmam gerekirdi. Ama Amerikan tarzı hayatımı yaşıyordum, Amerikan çocuklarımı yetiştiriyor, Ermeni konulu Amerikan romanlarımı yazıyordum, önce misafir öğretim üyesi olarak yazarlık dersi verdim, sonra Avrupalı yayıncılar için edebiyat ajanlığı yaptım ve sonra da bir kadın örgütünün organizatörü olarak çalıştım.
Ve işte ben, geçen onca yıla rağmen bugün hâlâ Ermenice öğrenmeye devam ediyorum. Bu dil, daima büyükannemin sesinden yankılanacak olan, çocukluğumun dili. Ondan öğrendiğim sözler ve sözcüklerin, Batı Ermenicesinin uçsuz bucaksız ve dallı budaklı mirasının bir parçası olduğunu keşfetmek hep çok hoşuma gitti. Bu dil, bir iğne oyasının sağlamlığına ve narinliğine sahip ve aynı zamanda bu dil UNESCO tarafından “ciddi tehlike altında” olarak da sınıflandırılıyor.
Son dört yıldır Sosy ile Skype üzerinden ders yapıyoruz. Sosy, Suriye İç Savaşı yüzünden Halep’ten Erivan’a kaçmış bir öğretmen. Geçmiş zaman ve birleşik zamanları nihayet öğrenebildim. Bir süredir küçük hikâyeler yazıyorum, Sosy de onları okuyup düzeltiyor. Geçenlerde bana “Dilbilgisini söktün, dilin mantığını da kavradın, geriye sadece söz dağarcığını geliştirmek kaldı. Dinlemen ve bıkmadan usanmadan konuşman gerek!” dedi.
Dönüp dolaşıp yine büyükanneme çıkan o uzun yola koyuluyorum. Yolda yürürken kendi kendime konuşuyor ve en sonunda cennetteki evinin arka sundurmasına çıkan merdivenleri tırmanıyorum. Orada, emaye kaplı masada birlikte yaprak dolması sararken onun anadilinde bıkmadan usanmadan konuşuyoruz.
Nancy Kricorian,
New York, Ağustos 2020
Fotoğraflar: Kricorian aile arşivi
İngilizceden çeviren: Lora Sarı
- Bir ülkeye yeni gelmiş olan göçmenler için kullanılan bu aşağılayıcı ifade aynı zamanda bu göçmenlerin geldikleri ülkenin kültürüne, diline ve davranış biçimlerine henüz asimile olmadığı imasını taşır.
- Armenian sözcüğünün kısaltması olan “Armo” aşağılayıcı bir ifade olarak kullanılır.
- (Fr.) “Nasılsınız?”
- (e.n.) Tunus, Cezayir ve Fas’ın Fransız sömürgesi olduğu dönemde bu ülkelere yerleşmiş olan Avrupalı nüfusa verilen ad.